Meral Tabakoğlu TOKSOY

Tarih: 17.07.2025 07:26

Annem ve İlkler

Facebook Twitter Linked-in

İnsan yaşlandıkça doğup büyüdüğü ev rüyalarına daha çok girermiş. Nereden duyduğumu hatırlamıyorum ama ilgimi çekmişti. Bir de ilk göz ağrısının yeri başka olur derler. Bu belki ilk aşkımız, belki ilk evimiz, belki de ilk öğretmenimiz fark etmez, önemli olan ilk olması… ilk heyecan, ilk sahip olma ve ilk tanışma… İlkler özeldir…

O ilk her neyse, yanlış veya doğru olmasından çok, hayatımızdaki ilk deneyim olmasıdır onu hatırlanır kılan. Evlenip de baba evinden ayrılana kadar, doğup büyüdüğüm evden uzun süre ayrılmamıştım. Babam otuzlu yaşlarının başlarında almış evimizi. Dar, toprak yolları olan köyün ilçeye yakın tarafında, köşe başında, iki dönüm bahçenin içinde bir konak. Ne çocukluğumda ne de gençliğimde o evle aramda kurduğum bağı fark edememiştim. Fark ettiğim zamanlarda ise elimizden çoktan kayıp gitmişti. Ara sıra da olsa düşlerimde kendimi o evde gördüğümde, yukarıda bahsettiğim konuyu (Yaşlandıkça doğup büyüdüğün evin rüyalarına daha çok girdiği) hatırlar, kim bilir, belki de bilimsel bir dayanağı vardır diye düşünürüm.

Annem evi aldıkları zamanı anlatırken; o yıllarda ondan başka sıvalı ev olmadığını, kıvanarak anlatırdı. O evin bizden çok, annem ve babam için önemi büyüktü ama… Annem o evle bütünleştirmişti kendini. Saray da verseler başka hiçbir yere gitmem der de başka bir şey demezdi…

Evlendiklerinde oturdukları iki göz evi saymazsak, o ev onların ilk ve son evleriydi.
Köyün en güzel evi olduğu zamanlarda da, kocası iflas edip, en bakımsız evler arasına girdiğinde de evini bırakıp gitmek istemedi. Köklerine bu kadar bağlı, yaşadığı bölgeye böylesine hayran olan kişilere az rastlanır.

Başka bölgelerin şivelerini kaba bulup, kendi konuşmamıza toz kondurmayınca; Çaylı köyünde İstanbul Türkçesi konuşuluyor sanırdınız.

Annem; Eli lezzetli, becerikli, gözü gönlü bol, misafirperver, birleştirici, hatır gönül bilen, akrabalarına düşkün, komşularıyla iyi geçinen, yetenekli, kendi kendine dikiş öğrenip mahallenin terziliğini yapan, sevilip sayılan, sözü geçen, tüm tanıyanların değer verdiği, herkesin Emine bacısı…

Sarı boyalı cumbalı konak onun vazgeçilmezlerinin ilk sıralarındaydı. Diğer vazgeçilmezleri mi? iki oğlu ve köy enstitüsü mezunu olan, ona okuma yazma öğreten agası. Ana ve babası da ölene kadar kıymetlileri arasındaydı tabi. Onlardan sonra da bizler, yani kızları ve babamız geliyordu sanırım. Şimdi böyle dediğime bakmayın o vakitler bu durumlar bizlere tuhaf gelmiyordu her şey yolundaydı ve olması gerektiği gibiydi. Ta ki evlenip de çocuk sahibi olana kadar. İşte o zaman, artık siz de bir annesiniz ve evlatlarınız var. Bir çocuğunuzu diğerinden ayırmanın nasıl mümkün olabileceğini aklınız almaz. Hele ki cinsiyetinden dolayı bu ayrımın yapılması inanılır gibi gelmese de o yılların olağanları arasındaydı. En azından yaşadığımız yerde böyleydi. Yani annem yalnız değildi… Çocuklarım olunca bunun ayırdına varsam da bu farkındalık hali bile anneme olan tavrıma, sevgime yansımadı. Onu anlıyordum. Belki de anlamak istiyordum…

İlk çocuğu ile son çocuğu erkek. Bir de kızların arasında bir oğlan doğurmuş ama altı günlükken çocuğu al basmış ve ölmüş.

Zaten yaşayacak bir çocuk da değilmiş ki…Görenlerin iki üç aylık zannettiği, bembeyaz, maya gibi, gürbüz bir çocuk. Çocuğun ebesi; “Kimseye göstermen bu çocuğu, gözleriyle yerler alimallah!” demiş. Ama görenler görmüş ve gözleriyle de yemişler bile…

Bebeğin öldüğü gün pencerenin önünden geçti gördüm onu. İri yarı, uzun boylu, yere kadar palto vardı üstünde. Yüzünü göremedim. Biraz sonra da çocuk öldü…

Ölümünün ardından çektiği acıyı anlatırken, yıllar sonra bile gözleri dolar; “Sabı çocuklar öte dünyada ana babaya şefaatçi olur.” derken, ahretini güvene almanın rahatlığını az da olsa sezinlerdiniz. Sinirli olduğu bir gün hepimize çıkışırken; “Hayırlı olsaydınız çocukken ölürdünüz!” demesine dayanamıyorum. Buna mutlaka cevap vermem lazım. Ama önce kendimi sağlama almam gerek. Kolay kaçabilecek, kapıya yakın bir yere gelip; “Sen de ölmemişsin ama…” der demez uçarcasına diğer odaya kaçıyorum. Arkamdan fırlatılan terlikler kapıya çarpıyor…

Erkek çocuklarına öyle düşkün ki hiç tanımadığı birinin bile kızı olduğunda; “Vay” diyerek üzülüyor. Bazen kendisinin de kız olarak doğduğunu hatırlatmak zorunda kalıyorum. “Kızların kaderi kötü olunca zor oluyor ondan…” diyebiliyor. Doğru söylüyordu aslında. Erkeklerin kendi kaderlerini çizme güçleri vardı. Kadının kaderi de onların insafına, vicdanına bağlıydı… Annem bu nedenle kaderi çizilen değil de kaderini çizen erkek evlatları olsun istiyordu…

Erkek egemen toplumda kızların da kaderlerini çizebileceği, gerçekçi gelmiyordu ona… 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —