Müslüm KABADAYI

Tarih: 01.05.2025 08:57

Yüreğim Antakya Ka(Y)Nar…

Facebook Twitter Linked-in

Geçmişle gelecek arasındaki yolculukta insan için zaman, “göz açıp kapayıncaya kadar”dır. Bir göz kırpımı kadar kısacık an olarak tariflediğimiz ömre anlam katan öğelere baktığımızda, kişiden kişiye değişmekle birlikte günlerce anlatsak onları bitiremeyiz. Biz yazarlar için de kitaplar dolusu anlatımlara sığmaz anlatacaklarımız… Hakkında yüzlerce makale, araştırma-inceleme yazdığım, söyleşi yaptığım, kitaplar yayınladığım Antakya ve çevresi de ömrüme anlam katan belirleyici mekanlardandır. 6 ve 20 Şubat 2023’e kadar ömrüme coşkun bir yürek olarak anlam katan bu kadim kentimiz ve çevresinin iki yılı aşkındır yüreğimde ka(y)naması üzerinden ona mektup yazmanın tanımlanamaz acısını duyuyorum.

“Antakya deyince, ömrüme rengahenk bir yaşam mozaiği çizilir”di 6 Şubat’a kadar. İki yıldır “yıkım ve yağmalanan kadim Antakya ka(y)nar yüreğimde, hele bu düzende…” Çocukluğumun Antakya’sında Asi Nehri kıyısındaki çınarların altında insanların suya bakarak koyu sohbete daldıkları, nehrin getirdiği meltemle serinleyen daracık sokakların tarlı yollarında komşuluk ilişkilerinin harlandığı, Kurtuluş Caddesi boyunca doktorların muayenehanelerinden, eczanelerin ilaçlarından medet bulanların yüzlerinin güldüğü, avlularından ve balkonlarından çiçeklerin güzel kokularını saldığı, Türkçe ve Arapça şarkıların, türkülerin, muvalların gökyüzüne yükseldiği  o kadim atmosferi yeniden yaşayıncaya kadar hafızalarımızdaki anılarımızla ve ananlarımızla yaşama sevincimizi ve direncimizi güçlü kılacağız…

Bu şehri ilk kez beş yaşındayken görmüştüm. Sanat Okuluna giden Mehmet ağabeyimin kaldığı Cebrailtepe’deki eve, annemin bir eliyle elimden, diğer eliyle büyük çıkından tutarak gidişimizi hiç unutmuyorum. Çünkü, Asi Nehri üzerine Roma döneminde kurulmuş taş köprüden geçerken, altından bulanarak akan sulara korku ve merakla baktığım anlar belleğimde taptaze duruyor. Aynı köprüden (1971’de balyozlarla, vinçlerle taşları sökülene ve tarihi yapıdan eser kalmayana kadar) birkaç kez daha geçtiğimi hatırlıyorum. Nehrin iki yamacındaki ve teknelerdeki balıkçıların yakaladıklarını Gazipaşa Caddesi’nin başladığı yerdeki tezgahlarda sattıklarını da… Kızıldağ tarafındaki köylülerin eşek, katır ve atlarının sırtlarında getirdikleri yükleri Uzunçarşı’daki dükkanlara, fırınlara, kömürcülere boşaltıp Demirciler Çarşısı’ndan, Tene Meydanı’ndan ihtiyaçlarını alarak dağ köylerine dönüşlerinin Anteke ağzıyla öykülerini dinledim defalarca. Süveydiye, Harbiye tarafından sebze ve meyve yüklü hayvanları, at arabalarıyla Arapça-Türkçe konuşarak şehrin haline, pazarlarına giren tarım emekçilerinin terlerinin topuklarından aktığını gördüm. Kadim şehrin taş köprüsü, benim birkaç yılda belleğime kazınan çok renkli görüntülerin kimbilir kaç katını ve farklı örneklerini duvarlarına, ayaklarına işlemiştir. İşte her taşı tarihin kaç devrine tanıklık ettiğini bilemediğimiz bu taş köprüyü elimizden alan dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ve ekibi, bu tarihsel suçun hesabını vermeden göçtüklerinden, daha sonraki dönemlerde say taşlı sokaklarına beton dökenlerden, zuğaybelerini kapatanlardan, daha nice dokusuna zarar verenlerden de hesap sorulmadığı için 6 ve 20 Şubat depremlerinde büyük yıkıma uğrayan bir kente, hangi yüzle mektup yazacağımı düşündüm bir süre. Yaşadığım mekana, beslendiğim doğaya ve kültüre karşı sorumluluğunu en çok yerine getirenlerden biri olduğumu söyledi dostlarım. Onların verdiği moralle elim tuşlara gitti…

Hatay deyince doğasına ilk büyük darbe vurulan yer Amik Gölü’dür. Bu topraklarda yaşayıp da doğasına sahip çıkmayanların duyarsızlığı nedeniyle kurutulup toprak ağalarının mülkiyetine katıldı 1960’lı ve 70’li yıllarda; bir kısmı da çevre köylülere küçük çaplar olarak dağıtıldı. Aynı kurumuş gölün topraklarına havaalanı yapıldığında da halk ayağa kalkmadığı için, depremde pisti paramparça oldunca hizmet veremediği gibi, o büyük yanlıştan dönmeyerek aynı yerde faaliyete devam ettirildi havaalanı. Oysa Kırıkhanlı deprembilimci hocamız Prof. Dr. Şükrü Ersoy, Amik Ovası’nda yeni kırıklar oluştuğunu, gelecekte burada yeni depremlerin beklendiğini defalarca anlattı. Büyük depremlerin ve yıkımların bu kadar çok yaşandığı bir coğrafyanın insanları olarak hâlâ acılara mahkummuşuz gibi davrananlara ne demeli… Sen bunun yanıtını düşünürken sevgili Antakya, ben bir saptamamı hemen dile getirmek istiyorum. Türkiye’de tarihsel açıdan baktığımızda M.Ö., M.S. ifadesi yerine D.Ö. (Depremden Önce), D.S. (Depremden Sonra) kısaltmasını rahatlıkla kullanabileceğimiz kenttir Antakya…

Altı yaşımdayken Antakya benim için Amik’teki Devlet Üretme Çiftliği’ne pamuk toplamak üzere annemin dayısı Yusuf Özbay’ın elçiliğinde Kamyon Garajı’nda mola verdiğimiz ve çadırlarda geçireceğimiz günlerde işimize yarayacak araç-gereçleri, yiyecekleri aldığımız yerdi. On bir yaşında Düziçi İlköğretmen Okulu’na gittiğimde Fransız işgal yıllarında dikilen çınar ağaçlarının arasından akıp giden ve Belen döneklerinde ölüm tehlikesi saçan asfalt yolundan 1975’e kadar gidecektim. O yola koyulduğumuz ya da o yoldan her döndüğümüzde kadim kentin çökelek, sürk, kekik kokan çarşılarını gezerdim. Yıllar sonra Hatay’ın yetiştirdiği büyük şair ve “şiirimizin kaktüsü” dediğim Ali Yüce Hocamızın “Antakya Çarşıları” kitabında yeniden yeniden okuyup güncelleyecektim. Aynı biçimde Süleyman Okay’ın, Ayla Kutlu’nun, Burhan Günel’in, Mahmut Kuru’nun yazdıklarından da beslendiğimi teslim etmeliyim. Kimbilir benim gibi nice Hataylı benzer ya da farklı duygulanımlarla bu atmosferi yaşamıştır. Şimdilerde toza toprağa bulanan, her tarafından inşaat vinçlerinin canavar kolları gibi yükseldiği, kentin betona boğulduğu bir ortamda, bu anılarımızı canlı tutmanın ne kadar zor olduğunu varın siz düşünün…

Çocukluğumda Ziraat Bahçesi denirdi Belediye Parkı’na, sonra Atatürk Parkı oldu adı. Burada mayıs ayında çiçek festivali düzenlenirdi. O çiçek renkli günleri de hiç unutmuyorum. Parktan Armutlu’ya doğru giderken Gündüz Caddesi her zaman canlı olurdu. Sol taraftaki yüzme havuzu gençlerin kaynaştığı, seslerinin gökyüzüne yükseldiği cıvıl cıvıl bir mekandı. Onun karşısında Ediboğlu Gazoz Fabrikası vardı. Burada Sabriye teyzemin kocası Zahit enişte çalışırdı, hatta bir ara Mehmet ve Muammer ağabeylerim de orada çalıştıklarından, ziyaretlerine gittiğimizde buz gibi gazozun ağzımızda bıraktığı tadı da hiç unutmuyorum. Burada ilk kez büyük buz kütlelerini gördüğümde şaşırmıştım. Bunların lokantalara, kahvelere, pastanelere satıldığını öğrenmiştim. Haytalı, meyan suyu gibi yiyecek ve içeceklerde kullanıldığını görmüştüm. Bu fabrikada üretilen buz dışında dağlardan getirilen karların da kullanıldığına tanık olmuştum. Doğayla uyum yanında sanayileşme ve modernleşmenin olanaklarına da hemen sarılan, modayı yakından takip eden, yeme-içme ve eğlence kültürünün Harbiye, Soğuksu, Batıayaz, Çevlik, Gülcihan’da biçimlendiği Antakya’nın cıvıl cıvıl akan yaşamını gelecekte görebilecek miyiz? Göreceksek de nasıl biçimleneceği konusunda doğrusu hem kaygılıyım hem de meraklı… 
Antakya’ya renk katan kişilerden birini dile getirmem gerekir; 27 Mayıs sonrası Hatay Valisi ve Antakya Belediye Başkanı olan Muammer Ürgen’dir. Onun döneminde kadim adıyla Silpiyus, halk arasındaki adıyla Habibineccar Dağı yamacı ağaçlandırılmış, Atatürk Caddesi açılmış ve halkın “Vali Göbeği” dediği bir meydan yapılmıştır. Oradaki park ve içindeki kafe yıllarca esnafın ve emeklilerin soluklandığı mekan oldu. Buraya yakın mekanda oturan Menekşe ablam ve yeğenlerimle, sevgili kızımız İlkyaz’ın kreşine gittiği Kız Meslek Lisesi, bu meydanın hemen üst tarafındaydı. Zaman zaman burada kuzenleriyle buluşur, parka gezmeye giderdik. 

Deprem sırasında da canlarını kurtaran insanların yaşama bağlandığı bu mekanda 1994 yılında kitlesel basın açıklamasını okuduğum zaman hep gözümde canlanıyor. Eğit-Sen Hatay Şube Başkanıydım ve o dönemde kurulan Kamu Çalışanları Sendikaları Platformuna işçi sendikalarımızı da katarak 12 Eylül sonrasında ilk kitlesel eylemi burada gerçekleştirmiştik. Daha sonraki mitingler de burada yapıldı. Köprübaşı’nda Tivoli önü, PTT önü, Müze önü de basın açıklamalarının yapıldığı yerlerdi. İşçi-emekçi eylemlerinin gerçekleştiği eylemlerden söz etmişken 1970’li yılların ikinci yarısında Antakya’da işçi sınıfının ilk grevi Ak-İş Fabrikası’nda gerçekleşmişti. Bu ve diğer tekstil fabrikalarında örgütlenen İplik-İş Sendikasının örgütlenmesinde rol alan sosyalist arkadaşlarımızdan Selim Horoz’u, Bereket Kar’ı tanımıştım. O dönemde, Düziçi İlköğretmen Okulu’ndan tanıdığım Ali Biçer ve Kerim Dönmez dostlarımızla da sosyalist gençlik mücadelesini örgütlemek için çalışmıştık. Hatay’da sosyalist mücadelenin örgütlenmesinde rol alan ve daha sonra Ön Asya halklarının, özellikle Filistin halkının emperyalizme, İsrail Siyonizmine karşı mücadelede öne çıkan Bereket Kar arkadaşımızın 25 Ocak 2025’te Ankara’daki cenaze törenindeki atmosfer, Hatay insanının enternasyonalist nitelik kazanmasının damarlarını da gösteriyordu. Gittiğim başka kent ve ülkelerde başka topluluklarla en hızlı ve sağlıklı ilişkiler geliştirenlerin başında Hataylıların geldiğini görmekten mutluluk duyduğumun altını çizmek isterim. Bu güzel özelliğimizin kapitalizmin kötücüllüğü nedeniyle körelmekte olmasından da çok rahatsız olduğumu da vurgulamalıyım.
Antakya’ya renk kattığını düşündüğüm bilim, sanat, edebiyat, mesleki alanlardan çokça insan var. Bunları anlatmaya kalksam mektup uzar destan olur. Adlarına yer veremeyeceğim dostlarımızı da üzmek istemem. Depremle bağlantılı olarak bir kişiden, terzi Nurettin Sevdik’ten söz edeceğim. Kendisi Anteke ağzıyla yazdığı mektupları televizyonlarda okuyarak gündem olmuştu. Onun Atatürk Parkı’nda açtığı mini golfla kadim kentimize yeni bir oyun alanı açtığını da hatırlamakta yarar var.

Deprem sonrası İstanbul’a giden Nurettin Ağabey’le gün aşırı telefon görüşmeleri yapardık. O, kadim şehrimizin çarşılarının kokularını, tininin meşkini, sürki-humus-ebugannüçün tadını İstanbul’da bulamadığından yakınıyordu. Çocukluğundan itibaren harmanlandığı Antakya’yla yatıp kalktığı için son görüşmemizde tarihi Herode, günümüzün Kurtuluş Caddesi’nin altındaki tarihi yapıların gün yüzüne çıkarılması için müze müdürüyle görüştüğünü söylemişti. Önerisinin ciddiye alınmasından da büyük heyecan duymuş ve benim de bu işin peşini bırakmamamı istemişti. Bu amaçla Ankara’da eski Müzeler Genel Müdürlerinden Kenan Yurttagül’le görüşme yaptığım gün ölüm haberini almak da benim yüreğimi dağlamıştı. Ortak dostumuz Arif Okay’la bu haberi paylaştığımda kızı Songül’ün kendisini de haberdar ettiğini söylemişti. Depremde yakınlarını kaybetmenin acısıyla baş etmek yanında Nurettin Ağabey gibi dostlarımızın acısını da yüklenmenin ne kadar zor olduğunu Arif’le birlikte yaşamaya devam ediyoruz. 

Beni Antakya’da en çok etkileyen mekanlardan biri de Silahlı Kuvvetler Caddesi üzerindeki Fransız işgalinde konsolosluk binası olarak kullanılan ve bizim Mayıs 1995’te İnsancıl Dergisi Antakya Temsilciliği olarak faaliyete soktuğumuz yapıdır. Üç yıl bu binayı Hatay’ın kültür-sanat-siyaset çalışmalarının çekim merkezi haline getirmiştik. Cuma ve Zübeyde Oruç, Niyazi Sakallı, Leyla Yeşiloğlu, Ata Kuş, Yusuf Recepoğlu, Şemsettin Bilgin, Songül Dibo, Hasan Tür buraya birlikte emek verdiğimiz arkadaşlardı. Paneller, söyleşiler, şiir ve müzik dinletileri, tiyatro ve film gösterimleriyle çok sayıda insanın kültürlenme ortamıydı. 15 Nisan 2023’te Ankara’dan 12 arkadaşımızla Antakya’da depremin büyük yıkımına tanık olmanın acısıyla baş etmeye çalışırken Silahlı Kuvvetler Caddesi üzerindeki bu parçalanmış yapının önüne şair-yazar dostum Yusuf Kaptan’la gitmiştik. O yıllarda kendisiyle de bu mekanda söyleşi yapmıştık çünkü. O anda neler düşündüğümü ve hissettiğimi cep telefonuyla video kaydına almıştı Yusuf dostum. İşte o yapı, depremin üzerinden 2 yıl geçtiği halde harabe olarak duruyor, bu da benim yüreğime vuruyor. Yüzlerce tescilli ve tescilsiz tarihi ve kültürel varlıkla ilgili anısı olanların çektiği bu acıyı, ülkeyi ve deprem kentlerini yönetenler niye bizim gibi duymazlar dersin kadim Antakya’mız… 
Hatay’la ilgili ilk ciddi çalışmamı “İl İncelemesi: Hatay” adıyla 1983’te hazırlamıştım. O sırada Hatay’da çıkan gazete, basılan dergi ve kitap sayısının Türkiye ortalamasının çok üzerinde olduğunu saptamıştım. Nüfusuna göre Türkiye’de ilk 10’a giren Hatay’ın bu özelliğini, 1990’lı yıllarda yazılarımın da yayınlandığı günlük gazetelerin sayısının 25’i bulmakla sürdürdüğünü görmüştüm. İki yıldır depremin büyük yıkımına karşın Hatay basını, mücadeleci gazeteciler sayesinde basılı ve dijital olarak günlük yayın yapmaya devam etmektedir. İskenderun Ses, Antakya, Kurtuluş, Asi, Cemre, Ayna, Samandağ gazeteleri başta olmak üzere onlarca gazete, aksatmadan yayınlarına devam ediyorlar. Ekonomik ve siyasi nedenlerle gazetelerin kapandığı bir dönemde bu ciddi başarıdır. Bu başarıda gazetelere makaleleri, denemeleri, hatta haberleriyle gönüllü katkıda bulunan bizim gibi kalemlerin de büyük payı var. İskenderun Ses Gazetesi’ne 35 yıldır bu anlamda Sadullah Çağlar Ağabey’le katkıda bulunmaya devam ediyoruz. Antakya ve Samandağ’da yayınlanan diğer gazetelere de zaman zaman karşılık beklemeksizin yazılarımla katkıda bulunmaya devam ediyorum. O gazetelerin insanların göz nuruna, bilincine, yüreğine değdiğini görmenin mutluluğu bambaşkadır… 

M.Ö. 195’te Antakya Kütüphanesi’ni kurduğu bilinen şair Euphorion’dan bu yana her zaman kütüphanelerin canlı olduğu Antakya’da 19. yüzyılın sonlarından 1920’li yıllara kadar kurduğu kütüphaneyle bilinen Hoca Bekir Efendi’nin torunu Türkan Alpsar teyzeyi Ankara’da oğlu şair ve tiyatrocu Mete Alpsar aracılığıyla tanımanın sevincini de yaşadım. Onun verdiği bilgiler üzerinden Mehmet Oflazoğlu arkadaşımızın çıkardığı Antakya Kültür Dergisi’nde bir inceleme yayınlamıştım ve Kayseri İncesulu Bekir Hoca’ya vefamızı göstermiştim. Yeri gelmişken Antakya’da uzun süreli dergi çıkaran gazeteci arkadaşımız Mehmet Ali Solak’ın Güney Rüzgarı dergisinde 30 yıldır Hatay’ın önemli değerlerini, sorunlarını ve çözümlerini konu edinen dosyalar, makaleler yayınladığını da dile getirmek isterim. Güneyde Kültür Dergisi de uzun süre çıkan yayınlardandı Hatay’da; bu derginin lokomotifi olan Mehmet Tekin’i de 6 Şubat depreminde kaybettiğimizi üzülerek belirteyim. Bu arada 2000 yılında sahipliğini Nazlı Güldiker’in (Öğretmen Abbas Güldiker arkadaşımızın eşiydi o zaman.) sahipliğinde emekli öğretmen ve yazar Duran Yaşar Ağabey’imizin yazı işleri müdürlüğünü yaptığı benimle birlikte sevgili dostlarım Nevruz Uğur, Kerim Dönmez, Faruk Bal, Ferhat Zidani, Okan İsti’nin yayın kurulunda bulunduğu Amik Dergisi’ni yayınlamaya başladığımızdan söz etmeliyim. Yayınlandığı beş yıl boyunca yerel bir dergi olmakla birlikte ulusal-evrensel ölçekte etkili olan bir yayına dönüştüğünü, daha sonraki yıllarda araştırmacıların başvurduğu kaynaklardan biri haline geldiğini belirtmek isterim. Antakya’nın hamurunda yoğrulan ve kültür-sanat ve edebiyatını genç kalemlerle yoğuran Amik Dergisi’nden özlemle söz etmenin hem sevincini hem de burukluğunu yaşıyorum Asi kentimiz Antakya… O yıllarda kızları Deniz öğrencim olduğu için tanıştığımız ve dost olduğumuz sevgili Musa-Ferdane Artar’lar, kentimize gelen sanatçı dostlarımıza yöresel yemeklerimizin zenginliğini sunarlardı. Musa Artar dostumuz iyi bir eğitimci olduğu kadar şairliği, öykücülüğü, fotoğraf sanatçılığıyla da Antakya’mıza emek vermiştir. Deprem sonrası Anamur’da yaşamak zorunda kalmaları, sayısız kentteşlerimizin çektikleri gurbetliğin bir örneğidir. Bu büyük acıyı Antakya Otogarı’nda her gün soluyan dostlarımdan Süleyman Aşkar ve Ahmet Mengüllü’den de söz etmek isterim. Özellikle depremde ortada kalan kedi ve köpeklerin ihtiyaçlarını özveriyle karşılayan bu dostlarımızın çabalarını ayakta alkışlamaya devam ediyorum.

Yaklaşık 40 yıldır yayınlanan 7 kitaplık öykülerimde Hatay coğrafyası, yetiştirdiği karakterlerle, farklı mekanlarıyla, kültürel ve toplumsal dokusuyla yer aldı, almaya da devam edecek. “Hatay Bibliyografyası Denemesi”, “Hatay Halk Şairleri”, “Hataylı İki Âşık: Kamil Sarıateş ve Osman Telli”, “Edebiyatta Hatay”, “Amik’ten Amanos’a Alkım”, “Hatay ve Deprem Gerçeği” (ortak) gibi araştırma-inceleme kitaplarımda ve dergi-gazetelerde kalan makalelerimde uygarlıklar beşiğimizin özelliklerini kamuoyuna tanıtmaya çalıştım. İki yılı geçen deprem sonrası Hatay’ımızın “yağma ve yıkım düzeni”nin tahribatından en az etkilenmesi için yürüttüğümüz mücadelede birlikte olduğumuz bilim insanları ve şair-yazar-sanatçılardan Ruşen Keleş, Mehmet Tunçer, Kemal Dil, Tuğçe Tezer; Bedran Cebiroğlu, Dolunay Aker, Sadık Güvenç, Özcan Öztürk, Yusuf Kaptan, Zeynel Temizkan, Ömer Özdal, Macit Şahyazıcı, Zeynel Korkmaz, Mehmet Eryılmaz, Mevlüt Oruç, Recep Yıldırım, Sadet Berkyürek, Hüseyin Yangın, Göksel Yılmaz vd. dostlarımızı da burada anmak isterim. Dayanışmayla zorlukların altından kalktığımız, depremzede çocukların kitap sevgilerini güçlendirdiğimiz, kültür-sanat etkinlikleriyle moral ve motivasyon sağladığımız ortada. Dayanışma ve mücadele estetiği bizi güçlü kılan iki güç… Bu gücün ne kadar önemli olduğunu, depremin ikinci yıl anma etkinlikleri için Ankara’dan yola çıktığımız Aybars Akdoğan, Neslihan Doğulu ve Zeynel Korkmaz’la Antakya, Samandağ, Defne, Belen, Arsuz ve İskenderun’da kurduğumuz ilişkilerde gördüm. Bu mekanlarda dolaşırken depremde yitirdiğimiz yakınlarımdan çocukluk arkadaşım teyzemoğlu İrfan Şeren başta olmak üzere tüm canlarımızı yüreğimde, belleğimde yeniden canlandırdım. “Emekçi halkımız var olduğu sürece ozanlık ölmez!” dediğimiz Samandağ’ın Kuşalanı köyünden Nihat Şahutoğlu ( Ozan Şahudi), Kırıkhan Gölbaşı köyünden can dostum müzisyen Beyazıt Bilgin, 1990’lı yıllarda Antakya’daki kültür-sanat programlarında emeklerimizi ortaklaştırdığımız öğretmen dostlarımız Altınözü Karbeyazlı Alaattin Keleş ve eşi İlkay Efe Keleş’i burada da anmak isterim. Kızları Nehir’le birlikte, deprem cinayetinin en çok işlendiği Rönesans Rezidans’ta aramızdan ayrıldılar. Onların adına önce Defne’de çadır kütüphane, sonra Koyunoğlu Ortaokulu bahçesinde konteyner kütüphane açtık. O kütüphanelerden yararlanan depremzede çocukların belleğinde yaşamaya devam ediyorlar. 

Kapitalizmin Türkiye’de 2001 krizinden bu yana olanca saldırganlığıyla sürdürdüğü “yağma ve yıkım düzeni” karşısında yaşama sevincini ve direncini yükseltmeye çalışanlarla yol almanın sevincini yaşadık 5-8 Şubat günlerinde. İskenderun Ayna Kültür Sanat Derneği’nde halk ozanlarımızdan ve akrabamız olan 94 yaşındaki Ali Çuhadar’la dolu dolu bir program yaptık. Bugünlerde Avukat Ecevit Alkan, sanatçı Hasan Özgün, yazar ve gazeteci Önder Karataş, öğretmen ve halk temsilcisi Hizam Hasırcı, Koyunoğlu Sosyal Dayanışma Platformu’ndan Barış Açıkyol Deprem Dayanışma Konseyi için ilişkilerimizi güçlendirdiğimiz arkadaşlar oldu. Moral ve motivasyonu güçlendirmek, bilincimizi tazelemek için Antakya’mızın gecikmeden ayağa kaldırılması gerekiyor. Ona borcumuzu ödemenin bin bir yolunu bulmalı ve uygulamaya geçirmeliyiz. 

İşte kadim şehrimiz Antakya, böylesine üretken, mücadeleci, dayanışmacı insanlar yetiştirdiğin için defalarca depremler nedeniyle “yıkıldığın yerde” ayağa kalkmayı başarmışsın. Anka kuşu gibi küllerinden doğmanı sağlayan ve bundan sonra da sağlayacak olan o güzel insanlarını selamlıyorum. Asi Nehri’nde açan deprem çiçeğini, depreme dirençli ve yürünebilir bir kent olmak için yeni kuşakların bilincine çizen bir kent olmanı diliyorum.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —