Sevmek, sevilmek tabiat kanunu. Ne demişti Şair sevmişsen yaşamışsın, heyecan duymadan yaşam yoksulluktur.
Boşuna mı söylenmiş unutulmaz şarkılar, sevda öyle müşkül ki onu çekenler bilir, Üstad Alaattin Yavaşça’nın yıllar öncesi bestesi umutsuz bir aşka düştüm ağlarım ben halime ve Sadettin Kaynak’ın bir rüzgardı gelir geçer sanmıştım meğer başımda esen kasırgaymış sevgilim.
Peki büyük sevdalar nereden beslenir. Fransız Şair Le Martin, sevilen her şeyde kadın var dediği zaman gerçeği önümüzden koymuştu. Tabiat gereği tüm canlılar sevgiye ihtiyaç olarak bakarlar, yırtıcı hayvanlar bile okşarlar ama günümüz dünyasında sevme duygusunu kaybettik. Artık büyük sevdalar yaşandı mı diye merak ediyoruz.
Yüz yıllar önce Ömer Hayyam haykırmıştı.
Yazıklar olsun ki o gönülde bir ateş yoktur. Bizim şairimiz Cenap Şabahattin karnı açlardan çok kalbi açlara acırım. Seneler önce İran şahı Rıza Pehlevi dünyanın en güzel kadınlarıyla evlilik yaptı ama hiç birini sevmedi çünkü kalbinde ve kişiliğinde Sevgi yoktu. Duygusuz bir adamdı.
İlk evliliğini Mısır prensesi Kral Fuad’ın kızı Feyziye ile 1939 yılında yapmıştı. Nil’in yarı arap batı karışımı güzelliğin simgesi siyah gözleriyle efsane olan Fevziye, bu efsane güzelliği katı adam sevmedi. Şah’tan tek kızı olan Şehnaz Amerikan destekli Cumhuriyetçi Başbakan Musaddık’ı tasfiye eden ABD. Cia destekli general Zahid’in oğluyla Şehnaz evlendirildi. Şah bu evlilikle general Zahid’in ailesini ödülledirdi. Şah’ın ikinci evliliğini süreç içinde Avrupa’da yaşayan petrol zengini Anne Alman asıllı Baba İran uyruklu Süreyya ile yaptı. Yeşil gözleriyle büyülü güzellikti. Pers-German karışımı muhteşem masallara benzeyen düğün gelin elbisesi Paris’in meşhur dikimevi Dior’da hazırlanmıştı.
Tüm batı soyluları Aristokrat aileler davetliydi. Pakistan’ın en zengin ailesi Ali Han ve güzel eşi düğün gecesi Süreyya’nın annesi kızına yaklaşarak, bak Süreyya çok çabuk çocuk yapmaya çalış yoksa Fevziye gibi sarayın kapısında kalırsın.
Aradan 10 yıl geçer beklenen veliaht ufukta görünmez.
Tahran havaalanı boynu bükük Süreyya Avrupa yolcusu büyük umutlarla geldiği Tahran’da terk edilmiş olarak havaalanında son saatlerini yaşamakta, gözünde gözlük Şah tarafından yolcu ediliyor.
Şah; Süreyya seni bir daha görecek miyim?
Süreyya; bilmiyorum efendim, yaşam ne getirir ama Tahran’ı çok özleyeceğim.
Gözleri yaşlı dünya güzeli bir kadın umutla geldiği ülkesinden dönmemek üzere yeni sürgün yaşamına gidiyordu.
Uçağın kapısından içeri girerken buyrun kraliçem diyen hostese gözleri nemlenerek ben artık kraliçe değilim.
Evet masal gibi yaşam son bulmuştu.
Eşsiz güzelik duvara çarpmıştı.
Aradan seneler geçer Paris günlük gazetelerde ilginç bir haber, eski İran kraliçesi Süreyya grand otelin bir odasında ölü bulunmuştu.
Çok yıllar öncesi bir dergide okumuştum. Varşova ölüm kampında bir olay yaşanır. Yahudi asıllı güzel bir kadın gaz salonunda ölüm sırasını beklerken aniden nazi Alman görevlisi kadını sıradan çıkarır ve onu mahkumların olmadığı bir odaya koyar. Bir kaç gün sonra bu görevli kadını ziyaret eder;
Hanımefendi nasılsın , bir ihtiyacın var mı? Kadın, hayatını kurtaran adama sen kimsin benim için kendini tehlikeye atıyorsun. Üstelik ben yahudiyim. Adam bakmadan; sen benim için herşeyden evvel bir insansın ve seni tanıdığım için çok mutluyum. Herşeyden çok senin yaşaman benim için önemlidir. Adın nedir bayan? Kadın; Anna der ve sorar ya seninki? Adam cevap verir; Benim adım Hans der, ardından sorar seni bir daha görebilecek miyim Anna!
Anna; evet Hans, diye yanıtlar. Bundan sonra yaşamımda yalnız sen varsın. Sanki yeniden doğmuş gibiyim, buraya getirildiğim için artık kendimi mutlu sayıyorum.
Aradan yıllar geçer ikili ilişkiler ölümsüz bir aşka dönüşür.
Anna bir gün sevdiği adama şöyle der; Bak Hans, benden önce ölürsen bil ki ben artık sensiz yaşayamam, arkandan hemen gelirim sana söz veriyorum.
Bir gün ihbar sonucu Alman görevli kurşuna dizilir. Birkaç gün sonra bir odada Anna’nın cesedi bulunur. Yatakta küçük bir mektupta;
-Sevgili Hans, sana verdiğim sözü yerine getirdiğim için çok sevinçliyim.
Sevgili okuyucular bizde bu yaşanmış büyük aşkları birazda dilimiz döndüğünce yorumlayalım: peki sevmenin mantığı var mı? Hayır. Yaşam süprizlerle doludur. Afrikalı bir kişi beyaz tenli bir kadına aşık olabilir. Sevmek insan iradesini aşar. Shakespeare kitaplarında hep bu konuları yazar.
Notre Dame Paris kitabında kilise çancısı Quasimodo, çingene güzeli Esmeralda’yı kaçırıp kilisenin en yüksek yerine koyar ve ona hiç dokunmaz, geceleri Esmeralda uyurken onu seyreder.
Esmeralda’ya yemek götürdüğü tepsiye bir gül koyarak yaklaşır. Yüzündeki çirkinliği saklayarak ona benden korkma, bende senin gibi bir insanım der. Elini kalbine koyarak kalbim hasta diye büyük aşkını itiraf eder. Sonraları onu kiliseden götürdükleri zaman arkasından ağlayan o çirkin adam taş insan heykeline sarılıp ağlayarak, tanrım ne olurdu beni de taştan yaratsaydın, der.
Genelde çirkin adamın kalbinde ölümsüz kalp ağrıları insan güzelliği soylu bir kişilik vardı.
Sevmenin bedeli bazen canla ödenir, ihanete uğrayan sevdalar geçmiş yıllar genç bir kız üniversitede öğrenci sevdiği kişiye yazdığı veda mektubunda;
Serdar bu sana yazdığım son mektubum, bu bir yerde sana vedadır. Seni başka bir kadınla görmeye tahammülüm yoktur. Kalbim bu büyük yükü kaldırmayacak kadar hastadır. Her gün ölmektense bir defa ölmek benim için kurtuluştur.
Serdar ölüme giderken seni asla affetmeyeceğim.
Evet ölümsüz aşkları selamlıyoruz