Doğadaki arazilerin çitle çevrilip özel mülkiyete dönüştürülmesinden bu yana insan türünün doğayla, kendisi ve toplumla ilişkileri doğal olmaktan çıkmış; egemenlik mücadelesine dönüşmüştür. Bu mücadele bicimi bir yandan üretim araçlarını geliştirirken, diğer yandan doğal kaynakların kâr-rant için yağmalanmasına, insan toplulukları arasında çatışma ve savaşlara yol açmıştır. Kapitalizmin büyük sermaye birikimleri oluşturduğu tekelleşme dönemiyle birlikte ortaya çıkan emperyalizm, son yüz yılda iki büyük Dünya Savaşına (paylaşım savaşı) yol açmış; bu büyük yıkımlar 1917 Ekim Devrimiyle Dünya siyasi ve toplumsal tarihini eşitlik-özgürlükten yana değiştiren Sovyetler Birliği sayesinde önlenebilmiştir. Dünyanın ilk sosyalist devletinin tarih sahnesinden çekildiği 35 yıldır, gezegenimiz yerel ve bölgesel savaşlarla emperyalist-kapitalist devletlerce sömürülüyor, doğal kaynaklar acımasızca yağmalanıyor. Öylesine derinleşen bu acımasızlık, sermaye düzeninin her zaman doğayı ve toplumsal yaşamı yıkıcı bicimde geleceksizleştirmeye dönüştürmektedir. Gezegenimizde meydana gelen iklim krizi, sıcaklığın artması, orman yangınlarının çoğalması, tarım arazilerinin ve kıyı şeridinin betonlaştırılması doğadaki yıkımın; toplumsal dayanışmanın, devrimci ahlaki değerlerin, dostluk ve kardeş ilişkilerinin bozulması da insani yıkımın sonuçlarıdır.
Kimilerinin BOP, Tramp'la birlikte çöpe atıldı görüşünün tersine yeni dönemde Dünya çapındaki sermayenin birikim ve bölüşüm yolları giderek hızlanmıştır. Hem emperyalist devletler arasındaki rekabet savaşları körüklemekte hem de doğanın tahribatı nedeniyle göç basta olmak üzere insani dramlar giderek artmaktadır. Filistin, Lübnan, Suriye coğrafyasında ABD-AB ve İsrail merkezli sömürü ve savaş stratejisi, ne yazık ki işbirlikçi devlet ve diğer yapılar sayesinde bu güçlerin lehine 8 Aralık'tan beri dönüşmüştür. Geçen aylarda İran’ı da çökertmeyi amaçlayan saldırıların yol açacağı bölgesel savaşa hâkim olamayacağını anlayan ABD-AB ve İsrail bloku geri adim atarak Suriye'ye yeniden odaklanmış durumdadır. Bugün Suriye'de yasayan Arap Alevi halkın direnme gücünü kırmayı amaçlayan katliamlardan sonra Dürzilerle Bedevi Arapları savaştırarak İran’a giden koridoru açmayı hedefledikleri anlaşılmaktadır. ABD sermayesinin en büyük emlakçılarından biri olan Barrack'ın Ankara'da emperyal elçi olarak bölgedeki işbirlikçilerle görüşmeler yapması ne yazık ki ülkemizin geleceği açısından da büyük bir tehlike oluşturmaktadır. ABD'nin yeni bir emperyalist devlet olarak tarih sahnesine çıktığı son yüzyılda, özelikle NATO'nun patronu olduğundan bu yana bütün savaş ve kötülüklerin merkezi olduğuna tanık olanlar için Barrack'in girişimlerinin de hayra alamet olmadığı aşikârdır. Bölgemizdeki bu savaş ve sömürü politikasının sonucunda kabağın Hatay'ın başında patlama riski yüksektir. Bu konuda Hatay halkının emperyalizme, savaşa ve sömürüye karşı tek yumruk olarak tavır almasını sağlamak çok önemlidir. Onun için bu coğrafyada yaşayan herkese eşit davranmak, hak ve özgürlüklerini teslim etmek elzemdir.
Emperyalist-kapitalist devletlerin, uluslararası şirketlerin gezegenimizdeki doğal ve toplumsal yaşamı yok edecek sömürü ve savaş politikalarına son verilmediğinde nelere yol açtığını ülkemizden, son 2,5 yıldır da Hatay'dan örneklerle ortaya koymaya çalışıyorum. 6 ve 20 Şubat depremlerinin büyük fiziki ve toplumsal yıkımını da sömürüyü yoğunlaştırmak için kullanan Türkiye sermaye sınıfı, depremi gerekçe göstererek açılacak taş ocakları, beton santralleri için ÇED uygulamasını kaldırmış, böylece sadece Hatay'da 100'ün üzerinde bu tesislerin açılmasına yol açarak hem zeytinlikler başta olmak üzere doğaya büyük zarar vermiş hem de Samandağ'ın içindeki Gürkal Beton Santralinin kurulması başta olmak üzere yerleşim birimlerindeki yüzbinlerce insan sağlığını tehlikeye atmıştır. Bunun için yürütülen hukuki ve toplumsal mücadeleyi de hiçe sayan uygulamalara devam etmiştir. Bu yetmiyormuş gibi haziran ayında Kızıldağ eteklerinde gerçeklesen yangınla o bölgede yaşayan köylülerin bahçeleri ve tarım alanları yok olmuştur. Yangının özellikle bu bölgede çıkması da halk tarafından manidar karşılanmıştır. Çünkü, TOKİ tarafından yapılan inşaatların daha çok bu bölgede yapıldığı bilinmektedir. Yeri gelmişken Hatay'da deprem sonrasında ortaya çıkan tabloyla ilgili bir gerçeği irdelemek isterim. Depremin en çok yıkıma yol açtığı Antakya, Defne, Samandağ ilçelerinde nüfusun büyük bölümünü Arap Alevi halkımız oluşturmaktadır. Bu mekanlarda uygulanan rezerv alan, TOKİ konutları için halkın tarım alanlarının kamulaştırılması başta olmak üzere rantiyeye dayalı uygulamalardan en çok etkilenen Arap Alevi halk olmuştur. Buralarda yaşayan diğer inanç ve etnik kökenden insanlar da büyük zarar görmüşlerdir. Yalnız, sermayenin kâr-rant sağlamak için din-milliyet ayrımı yapmadığının birçok örneğini de Hatay'da görmekteyiz. Antakya-Şenköy arasındaki dağlık alanda birçok tas ocağı ve beton santrali açılmıştır. Bu bölgede yasayan Sünni Türkler ve Kürtlere ait tarım alanları zehirlenmektedir. Sünni Türk ve Kürtlerin yaşadığı Kırıkhan-Hassa bölgesindeki rezerv alan, kamulaştırma politikalarının yol açtığı zararlar yanında Türkiye sermayesinin son dönemde kamu ihaleleri ve vergi yüzsüzlüğüyle yıldızı parlatılan holdinglerinden Limak'ın bu bölgedeki boksit madenini işletmek için orman, endemik bitkiler ve tarım alanlarını yok etmeyi hedeflediği bilinmektedir. Bu aci tablo karşısında, yıllardır sermaye düzeni tarafından uygulanan emekçi halk arasında din-mezhep ve etnik köken çatışması yaratarak sömürü ve zulme karşı birlikte mücadele etmelerini engelleme politikasını boşa çıkarmak, emekçi halkın dayanışmasını ve ortak mücadelesini sağlamak stratejisini gündemleştirmek doğru olan tutumdur. Bu devrimci ve sınıfsal tavrı geliştirdiğimiz zaman gerçek anlamda çevreci ve toplumcu olabiliriz.