İnsanın yaşamda kalmak ve varlığını çocuklar üzerinden çoğaltmak, geleceğe aktarmak için doğadan, yaşadıklarından öğrendiklerini başkalarına öğretmek ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Başlangıçta ebeveynlerin, klan öncülerinin doğal ortamda ve topluluk içinde yaptıkları doğal öğretmenlik, sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla karmaşıklaşan eğitim-öğretim ihtiyacını karşılayan bir meslek olarak öğretmenlik gündeme gelmiştir. İlk Komünal Toplumda avcılık-toplayıcılık araç-gereçlerini yapma, avlanma-toplama-saklama-yemek yöntemlerini öğretmekle biçimlenen doğal öğretmenlik, ilk sınıflı toplum olan Köleci Toplumla birlikle ortaya çıkan devletin ihtiyaç duyduğu yöneticilerin eğitimi başta olmak üzere askerlik-savaş, demircilik-silahçılık, yapıcılık, mutfakçılık, zanaat ve sanat gibi mesleklerin öğretmenleri öne çıkmıştır. Zamanla yazının bulunmasıyla birlikte yazma-okuma öğretimi gündeme geldi, böylece okullaşma dönemi de başladı. Sümerlerden başlayarak öğretmenlerin yetiştirilmesiyle ilgili bir eğitim politikasının da uygulamaya konulduğunu biliyoruz. O dönemde öğretmen anlamına gelen “ummia” sözcüğü ve bununla bağlantılı Umma kentinin varlığı dikkat çekmektedir.
Sümer uygarlığından günümüze kadar “öğretmen yetiştirme politikası”, devletlerin-toplumların-sınıfların ihtiyaçlarına, zamanla gelişen teknolojinin sağladığı olanaklara göre biçimlenmiştir. Dünya’da bu politikaların köleci-feodal toplumlarda nasıl biçimlendiği, konumuzun sınırlarının darlığı nedeniyle ayrıca değerlendirilmelidir. Günümüz öğretmen yetiştirme politikalarına kaynaklık eden ilk adım, sanayi toplumunun Avrupa’da atılmıştır. Modern öğretmen yetiştirme uygulaması, 1795’te Fransa'da kurulan École Normale’de başlatılmış ve modern eğitimin temelini oluşturan ilk yapılardan biri olarak İngiltere, Prusya ve Rusya’da yankılanmıştır. Osmanlı da Tanzimat Döneminde bu atılımın karşılık bulduğu ve 16 Mart 1848’de Darülmuallimîn-i Rüşdi açılarak modern öğretmen yetiştirme sürecininin başlatıldığı bilinmektedir. Darülmuallimât 1870’te açılmış, böylece kadın öğretmenlerin yetiştirilmesi süreci başlatılmıştır. 1879’da öğretmen yetiştiren okulların programı, ders araç-gereçleri, yöntem ve teknikleri ilk kez belirlenerek uygulamaya konmuştur. O zamandan günümüze kadar ülkemizde 36 öğretmen yetiştirme modeli denenmiştir. 2024 yılında gündeme getirilen Milli Eğitim Akademisi politikasının nasıl oluştuğu, neyi amaçladığı ortadadır ve ne kadar süreceği belirsizdir. 146 yıl içinde uygulanan bu modellerin içerikleri, uygulamada yaşanılan sorunlar ve değişme nedenleri ayrı bir çalışma başlığı olup Türkiye’de bu kadar çok modelin gündeme gelmesinin bir göstergesi olarak, sürekli ve tutarlı bir sistemin oluşturulamadığı apaçık görülmektedir. Bunun temel nedeni de, Türkiye’de 200 yıllık kapitalistleşme sürecindeki egemen sınıfların, yönetimlerin tercihlerinin sürekli değişmesidir.
Bu özet değerlendirmeden ışığında konumuzu oluşturan ve CHP’li Mustafa Üstündağ’ın Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde yapılan “9. Eğitim Şurası”nda alınan “Öğretmen Okullarının Öğretmen Liselerine Dönüştürülmesi” kararının 1975-1976 Eğitim-Öğretim Yılında uygulamaya konması üzerine İlköğretmen Okullarında başlatılan “boykot eylemi”nin Düziçi İlköğretmen Okulu’nda nasıl gerçekleştirildiğine dair bilgilerimizi değerlendirmekte yarar görüyoruz. Önce, söz konusu kararın tarihsel ve yasal sürecini değerlendiren eğitimci-yazar Ümit Cenik’in makalesinden bir alıntı yapmakta yarar var. “14 Haziran 1973 tarih ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası, “Hangi öğretim kademesinde olursa olsun, bütün öğretmen adaylarının yükseköğrenim görmeleri esastır” hükmünü getirmiştir. Böylece 1973–1974 öğretim yılından itibaren kademeli olarak öğretmen okullarında lise programları aynen uygulanmaya başlanmıştır. Bu dönemde öğretmen liseleri adını alan okullar, hem hayata, hem yükseköğretime hazırlanma amacına dönük bir program anlayışıyla sürdürülmüştür (Özalp ve Ataünal, 1977). 1974–1975 öğretim yılında köklü bir geçmişe ve deneyime sahip olan ilköğretmen okulları, öğretmen yetiştirme ve eğitim fakültelerinin bir bölümü öğretmen yetiştirme işlevini yitirerek üç yıllık öğretmen lisesi haline getirilmiş, diğerleri ise kapatılmıştır. Bu okullar, günümüzde “Anadolu öğretmen lisesi” adıyla eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdürmektedirler. İki Yıllık Eğitim Enstitüleri:1739 Sayılı Yasa’nın, her düzeydeki öğretmenlerin yükseköğrenim yoluyla yetiştirilmesi hükmü gereğince, 1974–75 öğretim yılından itibaren “iki yıllık eğitim enstitüleri” açılmıştır. Böylece, ilkokula öğretmen yetiştirme de dâhil olmak üzere, Türkiye’de 35 yıl önce öğretmen yetiştirme konusu yükseköğrenim düzeyinde ele alınmaya başlamıştır. 1974–82 yılları arasında işler durumda bulunan bu kurumların amacı öğretmeni yetiştirmekti. Bu okulların sayısı 1976 yılında 50’yi bulmuş, 1980 yılında sayıları 13’e düşmüş ve 1982’de tekrar 17’ye yükselmiştir (Ataünal, 1987). Öğretmen lisesi mezunu öğrencilere iki yıllık eğitim enstitüsüne girişte çeşitli avantajlar sağlanarak bu iki kurum arasında zayıf da olsa bir devamlılık kurulmaya çalışılmıştır. Hızla kurulan bu iki yıllık eğitim enstitüleri 1975–1980 yılları arasında öğretim elemanı eksikliği, politik olaylar ve baskılar gibi ağır sorunlarla yüz yüze gelmişler ve normal programın dışında hızlandırılmış eğitim yoluyla öğretmen yetiştirmek durumunda kalmışlardır. 20 Temmuz 1982 tarihinde bu enstitüler eğitim yüksekokulu adıyla üniversite çatısı altına alınmıştır.” (1)
1973-1974 yıllarında görev yapan CHP-MSP iktidarından sonra kurulan MC (Milliyetçi Cephe) iktidarı döneminde MHP’nin lideri Alparslan Türkeş’in Akşehir İlköğretmen Okulu ve diğer Öğretmen Okullarında gelişen hak arama eylemlerini hedef almasıyla dönemin Öğretmen Okulları Genel Müdürü Ayvaz Gökdemir üzerinden bu okullara yönelik saldırılar başladı. Önce okulların idareci kadroları değiştirildi ve öğrencilerin öğretmenlik haklarının ellerinden alınmasına karşı başlattığı eylemlere saldırılar gündeme geldi. MC iktidarının niçin kurulduğu, bu saldırıyla eğitim alanında anlaşıldı. 1973 petrol kriziyle Türkiye ekonomisi de sarsıldığı için DİSK başta olmak üzere işçi sınıfının sendikal-siyasal yapıları, demokratik kitle örgütleri üzerinde DGM’lerin (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) kurulması için yoğun bir baskı uygulanmaya başlandı. O dönemde DGM’lere karşı yapılan eylemler önce çıktığından eğitim alanındaki bu saldırının amacı kamuoyu tarafından yeterince anlaşılamadı ve bu yanlıştan dönülmesi için ciddi, sonuç alıcı eylemler düzenlenmedi. DGM için düzenlenen eylemler sonucunda iktidar-devlet geri adım atmak zorunda kaldı. Buna öncülük eden DİSK’in mesajındaki şu bölüm çok önemliydi: “DGM ekonomik, siyasal ve ideolojik derin bir buhran içine giren sermaye sınıfının kendi sınıfsal iktidarlarını korumak için kurduğu açık baskı araçlarıdır. Burjuva yönetimini korumak, bu yönetimin sınıfsal yapısını değiştirecek toplumsal düzen değişikliği için diğer emekçi katmanlarla birlikte iktidar mücadelesi veren işçi sınıfının yükselen sendikal, demokratik, siyasal ve ideolojik örgütlü mücadelesini bastırmakla eş anlamlıdır. Yeni DGM yasa tasarısı kanunlaştığı takdirde Türkiye yeni bir döneme girecek ve olağanüstü «sıkıyönetimsiz sıkıyönetim» dönemi açık bir şekilde başlayacaktır… DGM’nin yeniden kurulmasını önlemek üzere tüm demokratik mücadele yöntemlerini kullanmak gerekmektedir. Bunun için … mücadele etmek başta işçi sınıfı sosyalistleri olmak üzere, demokrasi ve özgürlükten yana tüm ilerici örgüt, güç ve kişilerin en acil somut görevidir.”(2)
1976 yılı, Türkiye’de MC iktidarının tarafından Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerine, sol-sosyalist örgütlere karşı baskı ve şiddetini yoğunlaştırdığı bir dönemin karakteristik özelliklerini yansıtmaktadır. Ülkede ilk kez Battal Öz adlı bir öğretmen dersteyken öldürülmüş ve buna karşı TÖB-DER İzmir Şubesi 10 binlerce kişinin katıldığı miting düzenlemiştir. Faşist saldırların katliamlara dönüşme eğiliminde olduğunu fark eden TÖB-DER Genel Merkezi Ankara’da 50 bin kişinin katıldığı büyük bir mitingi düzenlemiştir. “13 Mart 1976 da TÖB-DER, 50 bin kişinin katıldığı Ankara-Tandoğan’dan başlayıp Kurtuluş, Cemal Gürsel Meydanı'nda sonuçlanan bir miting düzenledi. Bu mitingde ‘Kahrolsun Faşizm.’, ‘Bağımsız Türkiye.’, ‘Kıyımlara Son.’, ‘Katiller Bulunsun.’, ‘Sendika Hakkımız, Söke Söke Alırız.’ sloganları atıldı.”(3) Bu mitingde sağlanan güçlü-etkili eylem yapma atmosferi ne yazık ki 5 Şubat 1977’de yüz binin üzerinde kişinin katıldığı Ankara mitinginin sabote edilmesi nedeniyle TÖB-DER içinde bölünmelere yol açmıştır.
“Öğretmen Okullarının Öğretmen Liselerine Dönüştürülmesi”ne karşı TÖB-DER başta olmak üzere ilgili DKÖ’lerin, siyasi partilerin o dönemde güçlü bir eylem ortaya koy(a)mamalarında MC yandaşlarının giderek şiddetlendirdiği faşist saldırılar kadar, Sovyet-Çin kutuplaşmasının bu örgütlerdeki çatışmalara yol açmasının da büyük payı olduğunu görüyoruz. TÖB-DER içindeki bu gruplaşma-kutuplaşma 1976’da yapılan 3. kongrede kendini gösteriyor, 1978’deki kongredeyse iki başlı yönetim oluştuğundan konu mahkemelere yansıyor. Bu gruplaşmalar ve kutuplaşmaların bütün sendikalara, DKÖ’lere yansımasının bedelini genel olarak Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, aydın ve sanatçıları “12 Eylül Askeri Faşist Darbesi”yle ödüyor ne yazık ki. O dönemde TÖB-DER’de görev yapan yöneticilerle yaptığım görüşmelerden anladığım kadarıyla hem 1. ve 2. MC’nin şiddetlendirdiği faşist saldırılar hem de örgüt içinde yaşanan kutuplaşmalar nedeniyle “Öğretmen Okullarının Öğretmen Lisesine Dönüştürülmesi”ne karşı merkezi bir eylem vb. düzenleme söz konusu olmamış. Bunu, şu değerlendirme de teyit etmektedir: “1974 yılına değin örgütlenmeye ve üyelerinin somut sorunlarına, özlük haklarının geliştirilmesine çabalayan TÖB-DER, bu tarihten sonra genel siyasal sorunların çözümüne ağırlık vermiş, 1976 yılında toplanan 3. Olağan Genel Kurul’da, grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı için mücadele, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması; Türk Ceza Yasası’ndaki, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan 141. ve 142. maddelerin kaldırılması; eğitimin demokratikleştirilmesi için mücadele kararları almıştı.” (4)
Osmanlı’nın son yüzyılında başlayan Öğretmen Okulları modeli değişip dönüşerek Türkiye Cumhuriyeti döneminde devam ederken eğitim modeli bakımından 17 Nisan 1940’ta kurulan Köy Enstitüleri ve 1954’te bunların kapatılmasıyla yerlerinde devam eden İlköğretmen Okulları, Türkiye Eğitim Tarihinde özgünlükleriyle çok etkili olmuştur. Emekçi çocuklarının eğitim almasında, öğretmen olmasında ve toplumun aydınlatılmasında olduğu kadar, bilim-sanat-edebiyat alanında en verimli çalışma yapan kadroların yetişmesi bu modelle sağlanmıştır. Bu modelin sınıfsal niteliği, içeriği ve uygulanma biçimleri ayrı bir tartışma konusu olduğundan kapatılma nedenlerine bakmak ve özellikle 1976’da öğretmen yetiştirme politikasına indirilen darbenin, eğitim sisteminin adım adım nasıl gerici ve piyasacı hale getirilmesinin kapısını açtığını kavramak bakımından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun o dönemin hengamesi içinde çok fark edilmediğinin de altını çizmek gerekiyor. Bu ön bilgiler ışığında 16 yaşında bir eylemci olarak içinde yer aldığım Düziçi İlköğretmen Okulundaki boykotla üzerinde durmak istiyorum. Daha önce farklı yazılarımda sözünü ettiğim boykottan belleğimizde kalanları, o dönemin eylem komitesinde yer alan Kerim Dönmez arkadaşımızla yazıştık, konuştuk. Baştan şunu belirtmeliyim, nasıl ki TÖB-DER’de yaşanan siyasi gruplaşma ve kutuplaşmalar varsa, bizim okuldaki boykot sürecine de yansımıştır. Yaşça-sınıfça benden büyük ve Eylem Komitesinde olduğu için bu bağlamdaki ayrıntıları kendisinin daha iyi bildiğini belirtmek isterim.
Kerim Dönmez, Düziçi İlköğretmen Okulu’ndaki boykot sürecinde öne çıkan arkadaşlarımızı, siyasi atmosferi, yaptıkları çalışmaları şöyle anlatıyor: “1976 öğretim yılı başlarında Ali Bugün önce okuldan atıldı, sonra Trabzon'a sürüldü. Sanırım dönüşü Danıştay üzerindendi. Benzer bir gelişme Ali Biçer için de oldu. O da Akşehir'e sürüldü. Ben bizim sınıfın solcu öğrenci temsilcisiydim. Yeniköy Kitle Bürosundaki bir toplantıda Okul Yürütmesi oluşturuldu. Bu yürütmeye İlyas Yaşkeçeli, Ziya Doğan, Hacı Hasan Ersoy ve özellikle bu toplantıda hazır bulunan, okuldan atıldığı için boşta olan Ali Bugün'ün önerisiyle ben seçildim .Ali Bugün, o günlerde bizden bir adım öndeydi ve ikimiz çok yakındık. Bu grubun çeperinde de birçok arkadaş vardı. Okulda çok etkili olmayan Dev-Genç sempatizanları, HK ve aslında Kemalist olan bir çevre bizi sürekli boykota çağırıyordu. Biz ise boykotun okulu teslim anlamına geldiğini ifade ediyor, boykota karşı çıkıyorduk. Nitekim Ankara AYÖD'de Ögretmen Okulları toplantısına gönderdiğimiz bir arkadaşımız, bu görüşümüzü savundu ve ne yazık ki etkili olamadı. Süreç içinde bütün Öğretmen Okulları teslim edildi.
Biz, nihayet tam şubat tatili öncesi bir gece büyük saldırıyla karşılaştık. Epeyi yaralı verdik. Bize muhalif solcuların ayrı baş çekmesini önlemek için HK eğilimli bir öğrenciyi yürütmeye aldık. 12 Mart günü bir saldırı olacağını öğrendik. Toplandık ve yatakhaneleri işgal ederek direnmeyi öne alan bir görüş içindeydik. Ama muhalifler zaten boykota katılmadığımıza kızgındılar. Ali Bugün bu süreçte yanımızdaydı. Gece Ağlayankaya'nın orada öğrencilerle bir toplantı yapmaya karar verdik. İki etüt arası toplandık. Biz görüşlerimizi ve taktiğimizi açıkladık. Ancak Sadık Sürek, ‘Şu kadar tabancalı, şu kadar zincirli, şu kadar sopalı tim oluşturmuşlar. Osmaniye ocağı da baskında olacakmış...’ deyince öğrenciler okulu terk etmeye başladılar. Biz etkili olamadık ve artık dışarıda sürecek boykota öncülük etmekten başka çaremiz kalmadı."
Kerim arkadaşımız, o dönemde Düziçi’ndeki politik atmosferi ve bunun boykot sürecine yansımasını da şöyle dile getiriyor: “Ürün bürosu 76'da Oya Baydar, GSB'nin TSİP'ten ayrılışından sonra Ahmet Altun ve çevresi tarafından açıldı Haruniye’de. Yeniköy'deki TÖB-DER'de kümelenen birkaç TKP'li hariç (Ki, onların başını da Remzi Türkoğlu çekerdi.) TSİP'teki bölünmeden sonra bir miktar etkili oldular. Bunun dışında hep TSİP etkiliydi. Ergenler'den birkaç Dev-Genç'li vardı. Bizim okula da sürgünlerle gelen HK'liler oldu. İşin ilginci ‘boykot boykot’ deyip duran ve bizi provake eden bu çevre, yıllar sonra bizim okulu terk edip faşistlere teslim ettiğimizi utanmadan dergilerinde bile yazdılar.
Okulun sol geleneği çok eski. Önceleri Kemalist, sonraları sol Kemalist, özellikle 1972 sonrası sosyalist bir yapılanma vardı. Biz 1968 TÖS boykotuna da ögrenciler olarak katılmıştık. O yıllarda TÖS temsilciliği yapan Veli Arıkboğa öncü ögretmenlerdendi. Harika bir insandı. Yine TÖS temsilciliği yapan Müzik Öğretmeni Kemalist Hüseyin Avni Şanlı çok sert bir öğretmendi. O kuşağın solcu (aslında Kemalist) öğretmenleri çok serttiler. Veli Bey ve meslek dersleri ögretmeni Ahmet Eker bunlardan farklılardı diye biliyorum.”
Babası Mustafa Dönmez’in de Düziçi Köy Enstitüsü’nün ilk mezunları arasında olduğunu, aileden sol kültürle tanışmışlığı olmakla birlikte kendisinin siyasileşmesinde etkili olanları da şöyle dile getiriyor Kerim Öğretmen: “Benim orta ikiden itibaren solculaşmamda sınıf arkadaşım Ayşe Aldemir' in amcası Veli Aldemir de etkili olmuştur. Veli Aldemir Düziçi Ortaokulunda Türkçe öğretmeniydi. Ayşe, daha sonra yatılı oldu ve Kayseri'ye gitti. Ne yazık ki dört yıl önce bir beyin ameliyatında ölmüş. Ben hem kendisinin hem de amcası Veli Aldemir' in izini onun ölümünden sonra buldum. Veli Bey Abdullah Karabulut ile Diyarbakır Tıp’ta okumuş doktor olmuş.”
Boykotun o dönemdeki yayın organlarına yansımasına ve bu konuda yayınllanmış kitap olup olmadığına dair Kerim Dönmez’in değerlendirmesi şöyle: “Tabi bu konular dergilerde tartışılıyordu zaten. Kitle' de boykota karşı çıkan yazılar vardı. Dev Genç çevresi ise bu fikri pasifist ve mücadeleden kaçıs olarak algılıyor ve dergilerinde yazıyordu. En son düşen okul bizdik zaten, 12 Mart 1976’da. Bildiğim kadarıyla boykotla ilgili anı yazısı yok. Ben de herhalde ilk kez bu kadar üstünde durdum. Komiteden İlyas Yaşkeçeli ve Hacı Hasan Ersoy öldü. Benle Ziya Doğan yaşıyoruz. Ziya ile de konuşulabilir. Komiteden olmamakla birlikte İbrahim Temiz, Mehmet Ali Altun da çeperimizdeydi. Sevgili Mehmet Ali bizden iki üç dönem küçüktü. Sonradan ilerledi. Ne yazık ki onu da kaybettik. Son yıllarda çok yakındık. İzmir'de avukatlık yapıyordu.” Bu konuyla ilgili olarak TÖB-DER yayınlarında bir haber, değerlendirme yapılıp yapılmadığını öğrenmek üzere, öğretmen örgütleri üzerine araştırmalarıyla tanınan tarihçi İsmail Aydın’la yaptığımız yazışmada verdiği bilgi şöyle: “1 Şubat 1976 tarihli TÖB-DER dergisinin 113. sayısında 6. sayfada ‘Öğretmen Liselerinde ve Eğitim Enstitülerinde Can Güvenliği’ başlıklı yazıda olabilir. Onun dışında herhangi bir yerde Düziçi ile ilgili yazıya rastlamadım.”
Okuldaki ikinci yatakhaneye yapılan saldırıyla ilgili olarak da Kerim arkadaşımız şunu dile getiriyor: “Yatakhane saldırısında Celal’i yaralı biçimde elimde zincir sallayarak yatakhaneden çıkarmıştım. Zinciri bayağı sağa sola salladığımı, ıssız yerlerden revire gittiğimizi anımsıyorum. Bir de boykotta Hayri Öner' in bana 500 TL verdiğini anımsıyorum. Kabul etmek istemedik. Genel anlamda CHP'ye bir tavrımız vardı. Çok ısrar edince aldım. Bu para boykot sonrası evine giden, yol parası olmayanlara verildi. Tabi başka yardımlar da vardı. O yaşa göre oldukça örgütlü ve şeffaf olduğumuzu anımsıyorum.” Kerim Dönmez’in bu bölümde dile getirdiği iki kişiyle ilgili ek bilgi vermek durumundayım. Celal arkadaşımızla aynı sınıftaydık. Muş Varto’da meydana gelen deprem nedeniyle bizim okula gelmiş, çalışkan ve sıcak kanlı bir öğrenciydi. Birlikte boykota katılmıştık. “12 Eylül Askeri Faşist Darbesi”nin ilk döneminde Ankara’da karşılaşmış ve hukuk öğrencisi olduğunu öğrenmiştim. Bir yıl kadar görüşmüştük ama sonra izini kaybetmiştim. Hayri Öner’e gelince... Boykot sırasında CHP Adana senatörü olarak bizi ziyarete gelmiş ve gündüzleri toplandığımız Haruniyeli Haydar Algan’ın sinemasında bize hitaben motive edici bir konuşma yapmıştı. Daha sonra Hayri Bey’in POL-DER’in kurucularından Sıtkı Öner’in ağabeyi olduğunu öğrendim.
Düziçi İlköğretmen Okulu’ndaki “boykot”la ilgili Kerim Dönmez arkadaşımızın verdiği bu bilgiler ve görüştüğüm o dönemdeki birçok arkadaşımızın anlatımları ışığında şu saptamayı yapabiliriz: Politik öğrencilerin öncülük ettiği boykot, kamuoyundan hak ettiği desteği görmemiştir. O dönemde öğrenci velilerinin örgütsüzlüğü ve eğitim işkolundaki örgütlerin bu çok önemli eyleme sahip çıkıp öncülük edememesi, siyasi gruplaşmaların güçbirliğini zedelemesi bunun temel nedenleridir. Tüm bu olumsuzluklara karşın, Düziçi İlköğretmen Okulu’ndaki boykot komitesinde görüldüğü üzere 16-18 yaş aralığındaki gençler, samimiyet ve dürüstlük bakımından nitelikli bir öncülük yapmışlardır. Bu öğrencilerin önemli bir bölümü, daha sonraki yıllarda Türkiye sosyalist hareketinin değişik örgütlerinde önemli görevler üstlenmişlerdir. 1968 kuşağının sınıfsal-toplumsal yapısından farklı olarak 1970’li yıllarda yetişen kuşak daha çok emekçi karakterlidir. Türkiye işçi-emekçi hareketlerine, sol-sosyalist siyasi hareketine öncülük eden kadroların sosyolojik ve kültürel özellikleri üzerine yapılacak çalışmalar için “İlköğretmen Okullarındaki 1976 Boykotu”nun üzerinde özellikle durmaları gerektiğini düşünüyoruz.
(1) https://dergi.neder.com.tr/turkiyede-ogretmen-yetistirme-surecinin-tarihsel-arka-plani-umit-cenik-egitimci-yazar/
(2) DİSK dergisi, Temmuz 1976, “Demokrasi Savaşımına Karşıt Devlet Güvenlik Mahkemeleri Sınıf Mahkemeleridir”, https://tustav.org/.../1976-07_25.pdf
(3) https://www.birgun.net/makale/kurulusunun-49-yilinda-tob-der-314621
(4) Bir Zamanlar Öğretmenlerin TÖB-DER’i Vardı – Eskimiyen – Cem Bayındır

