Bundan tam 168 yıl önce 8 Mart 1857 yılında ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisinin insanca çalışma koşulları için grev yapmalarıyla başladı her şey. Arkasından, polis işçilere saldırıp, fabrikayı kilitledi ve çıkan yangında 129 kadın yanarak can verdi…
Olayın üzerinden 53 yıl geçtikten sonra 1910 yılına gelindiğinde Kopenhahag’da toplanan Uluslararası Emekçi Kadınlar Konferansı’nda, Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin’in önerisi, oy birliği ile kabul edildi ve 8 Mart “Dünya Kadınlar Günü” ilan edildi.
1977’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul etti.
Yani Zetkin’in önerip, yüz kadının oy birliği ile kabul ettiği “Dünya Kadınlar Günü’nü” 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler, kuruluşundan 32 yıl sonra ancak kabul edebilmişti. Kadınlar söz konusu olduğunda tüm dünya iş birliği etmişçesine işler neden ağırdan alınıyor bilmiyorum…
Ülkemizde “Dünya Kadınlar Günü’nün” ilk kez 1921 yılında iki kız kardeşin önderliğinde gerçekleşmiş olması gurur verici. (Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova kardeşler) Bu tarihten sonra uzun yıllar izin verilmese de 1975 yılında yeniden kutlanmaya başlanıyor. 1984’ten itibaren ise düzenli olarak kutlama yapılmaya çalışılıyor.
Çalışılıyor, çünkü böylesi masum bir gösteri bile engellere, yasaklamalara takılabiliyor.
Ama sorun değil.
Gerçekten de sorun değil…
Kadınlar yasaklara, engellere karşı bağışıklık kazandıklarından, kolayca üstesinden gelebilirler ve geliyorlar zaten.
Kadına gem vurmaya çalışanlar, aynı zamanda onu güçlendirdiğini fark edemezdi elbette. Belki daha ağır yol almasını sağlayabilir, yavaşlatabilirsiniz, evet belki biraz hızları kesilir ama emin olun, o süre zarfında güç toplama fırsatı bulur ve bir sonraki adımını daha da kararlı atar. Ona takılan her çelme gelecek günlerde aleyhinize delil olarak kullanılır.
Bu bir bayrak yarışıydı ta yüzyıllardan, belki de binyıllardan hatta yaradılıştan bu güne ulaşan. Nineden anneye, bizlere ve torunlara…
Her birimiz kendi kulvarımızı tamamlarken, üzerimize yapıştırılan tabuları bir bir söküp atarak bayrağı teslim ettik.
Zincirlerimize rağmen, yasaklara rağmen…
Ağır bedeller ödeyerek, yarım yaşayarak, hayal kuramayarak, bazen de hayal kurmayı bile unutarak…
Kadına hiçbir şey altın tepside sunulmadı. Şu anda sahip olduklarımızı gücümüzü birleştirerek, canımız pahasına, onurumuz pahasına mücadele ederek elde ettik. Dünyanın neresinde olursa olsun kadın hep bir şeylerle savaşmak zorunda bırakıldı. Kiminde az kiminde daha çok sorunlarla. Aileden yana şanslı olan da yaşadığı toplumun değer yargıları ve yasaların engelleriyle mücadele etti. Biraz gerilere gittiğimizde, istediği okulda okuyup, istediği mesleği icra etmek, seçme ve seçilme hakkına sahip olmak için verilen uğraşlar hep zaman kaybettirdi. Sadece kadına mı peki? Kadını kapalı kapılar ardında kilitli tutmaya çalışanların durumu ortada değil mi?
21. yüzyılda çoğu şey değişmişken, hala kadının ne yapıp ne yapmaması gerektiğinin konuşuluyor olması akıl dışı değil de nedir?
Doğuştan şanslı olmak nasıl bir şey acaba? Hayata bir sıfır önde başlamak…
Size bahşedilen o gücün eminim çoğunuz farkında değilsiniz. Yanlış anlamayın sizi yargılıyor veya kınıyor değilim. Bunun içine doğdunuz ve bu sizin sıradan, normal yaşam biçiminiz.
Sizler daha doğduğunuz anda ebeveyninizin yaşam tarzına bağlı olarak, kimi evde alkışla, kiminde silahlar patlayarak karşılandınız. Tatlılar, çerezler dağıtıldı ziyafetler çekildi teşrif ettiğiniz için. Daha ileri giderek, belki kuşku duyan olabilir diye bir de anadan üryan fotoğrafınızı çekip, gururla albüme yerleştirdiler. Bu da yetmedi gelen gidene; “Çıkar da göster oğlum” diyerek, üstün kimliğe sahip olduğunuzu beyninize perçinlediler.
Siz sere serpe keyifle dolanırken, bizim saçımız, gülüşümüz, giyim kuşamımız, okula gitmemiz, çalışmamız en büyük derdiniz oldu.
Bir kız çocuğu doğduğunda nasıl karşılandı biliyor musunuz? Annenin yüzü kah gölgelendi kah korkudan sarardı. Erkek doğurmamış olmanın suçluluğu yamandı yüzüne ve aynı yamadan bir parça da doğan bebeciğe iliştirildi…
Öyle davul zurna, halay çekecek hal olmadı. Sesler kısıldı. Konuşurken bile fısıltıyla konuşuldu ve daha çok susuldu…
Hala bir sohbet sırasında, herkesin aynı anda sustuğu vakitler ne söylenir biliyorsunuz değil mi?
“Birinin kızı oldu…”
Evet birinin değil birçoğunun kızı oldu.
O kız bendim, ablamdı, en yakın arkadaşımdı ve hiç tanımadığım dünyanın kim bilir neresindeki hemcinsimdi…
İçimize akıttığımız o sessizlik artık çığlığa döndü. Öğrenilmiş çaresizliğin de çaresini biliyoruz artık.
“Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz…”