Müslüm KABADAYI


SALKIM SAÇAK KELDAĞ´DAN ATAN YÜREK…

Müslüm Kabadayı


“Balık gölüne göre büyür” diyenler, Dünya´da büyük göllerin de kuruduğunu görmeyenler… Yağmacı, talancı sermaye sınıfının doğa katliamlarına tanık olmayanlar… Son 60 yılda 70´e yakın gölün kuruduğunu, bunların yüzölçümünün Marmara denizinin yüzölçümünü geçtiğini öğrenmiş olsalardı, betimleme için gölü değil de okyanusu ölçü alırlardı herhalde. 61 yıl yaşadığıma göre, benden öncekilerin bu sözüne bakarak, nasıl bir gölde büyüdüğümü, kendi yaşadıklarım, tanık olduklarım ve gözlemlerim yanında bana anlatılanlar üzerinden betimlememin anlamlı olacağını düşündüm. Peki, niye böyle düşündüm?

Köy deyince, bırakınız kentlerde-metropollerde büyüyenlerin, köylerde yetişip kentlere göçenlerin, bunlar arasında mürekkep yalayanların yüzlerinin buruştuğuna, değişik söz ve davranışlarla köyü, köylüyü özellikle küçümsediklerine, hatta aşağıladıklarına tanık olmaktayız. Hatta bu minvalde şiirler, öyküler, denemeler ve makaleler yazıldığını biliyoruz. Tersine köyü ve köylüyü eleştiri eleğinden geçirmeden övenleri, şiir ve yazılarıyla göklere çıkaranları da görmekteyiz. Kendi biteğimin özelliklerini ve yetişme sürecimin dinamiklerini olabildiğince nesnel betimleyerek, insanın yetişmesinde ve kişinin kendini geliştirmesinde etkili olan durum, olay ve olgulara dikkat çekip hâla köy ya da kırla bağı güçlü olan kentlileşme yolundaki emekçi halkımızın devrimci, sosyalist, aydın insanları arasından nasıl çıkarabileceklerine dair veriler sunmak istiyorum.
Baştan şunu vurgulamak isterim. İnsanın çocukluğu, doğduğu şehir ya da köy peşinden gelir denir. Altyapı, etkilenme ve kişilik kazanma bakımından kuşkusuz bu bağ önemlidir. Ancak, bir insanı nitelik bakımından sıçratan, sürekli ilerleten ve geliştiren temel dinamik, o kişinin hangi alanda ne kadar ve nasıl mücadele ettiğidir. Dolayısıyla ister şehirde, ister köyde doğmuş olsun; ister fabrikada veya tarımda işçi olsun, ister kamu emekçisi veya akademisyen, sanatçı olsun; bir insanı zincirlerinden, özellikle zihinsel kölelikten kurtaran mücadele estetiğidir. Mücadele insanı, konumu ve alanı ne olursa olsun kendini çok yönlü geliştirebilir. Yaratıcı-üretici damarını topraktan, kitaptan, bilimden, sanattan besleyebilir. Burada tek fark, bu mücadeleye hazır bulunuşluklarımızın eşitsizliğidir. Örneğin ben, 1960´ta evinde kitap-gazete-radyo-müzik aleti bulunmayan bir dağ köyünde doğarken, benden 59 yıl önce Nâzım Hikmet, ressam bir annenin çocuğu, paşa bir dedenin torunu olarak şehirde dünyaya gelmiştir. Hazır bulunuşluklarımız ve zamanlarımız farklı olsa da insanın sömürüden kurtuluşu ve toplumların eşitlik-özgürlüğü mücadelesinde buluşmamız, bu farkları görünmez kılmıştır. Hayata, geleceğe bu perspektifle baktığımız zaman ayağımızdaki prangayı ve kafamızdaki zincirleri kırmak, Sarınehir´den Fırat´a, Asi´den Nil´e, Ren´den Mississippi´ye kadar tüm coğrafyalarda yüreğimiz insanların eşitliği ve özgürlüğü için atar. Ne güzel ve iyi ki, naçizane benim yüreğim de, “Salkım Saçak Keldağ”dan Dünya´nın bütün topraklarına sosyalizmin “Aşkdeniz” suyu olarak akma mücadelesini vermeye devam ediyor.
1960´ta doğduğum köy Kışlak, Hatay´ın Yayladağı ilçesine bağlı bir nahiyeydi. Anam ve babam Fransız işgal yıllarında doğup çocukluk ve ilk gençliklerini işgal altındaki topraklarda geçirmişlerdi. İkisi de 1940´lı yıllarda Düziçi Köy Enstitüsü´ne gitmek istedikleri halde babalarının engellemeleri nedeniyle hayatlarını okuyarak geliştirememenin acısını, ölene kadar dile getirmişlerdi. Her ikisinin de Köy Enstitüsü eğitimi almış olsalardı, başarılı birer eğitimci ve sanat insanı olabileceklerini söylememin abartısızlığını, onları tanıyanların teyit edeceklerinden eminim. Babam, ilkokul öğretmeni Niyazi Tuncer´in kendisine verdiği diploma ve bir dilekçeyle Düziçi´ne gitmek üzere babasından 10 lira almak için günlerce nasıl yalvardığını, gözyaşları yanaklarından süzülerek bana ilk anlattığında ilkokula gidiyordum. O yaşta bu öyküden çok etkilenmiş ve babamın öcünü de yoksulluktan ve cehaletten alabilmek için bilenmiştim. Öğretmenlerimden kafamın iyi çalıştığını, öğrenmeye çok ilgili olduğumu öğrendiğinde bunu anlatmış ve “Oğlum, beni babam engelledi ama ben okuman için sonuna kadar senin yanındayım.” demişti. Anam da, “Anam erken ölmeseydi beni mutlaka okuturdu. Deden kendi havasına düşünce, biz perişan olduk ve ben ilkokulu bitiremeden evin büyüğü oluverdim.” derdi içi sızlayarak. Okumaktan, yoksulluktan yana yaralı iki insanın çocuklarını okutmak için nasıl çabaladıklarını görmem, kendimi geliştirmek için tüm zorluklara direnme gücümü, mücadele azmimi besleyen temel dinamik oldu böylece.
Geriye bakarak geleceğe hareket etmedim bugüne kadar. Yaşadıklarım, gözlemlerim ve okuyup araştırdıklarımdan hep anı anına, günü gününe değerlendirmeler yapıp yürümeye devam ettim. Bu yolu izlememde zamanla yarışmanın, her yanımızdan tutup beni geriye çekebilecek birçok etkene teslim olmak istememin payı büyüktür. Dolayısıyla “keşkeler”le düşüp kalkmanın insanın sürekli bir adım ileri, iki adım geri gitmesine yol açtığı bilinciyle hareket ettim. Zaman zaman hem kişisel tarihimi hem de ülke ve dünya gündemini daha kapsamlı, dün-bugün-yarın diyalektiğiyle çözümlemek, süreçler arasındaki bağları kurmak ve yeni stratejiler geliştirmek amacıyla geçmişi gözden geçirdiğim olur. Şimdi de şöyle bir geriye dönüp baktığımda 61 yıllık ömrümün hep zorluklar, yoksunluklarla mücadele içinde biçimlendiğini görüyorum. Bu mücadelenin inişli çıkışlı, durağan ve sıçramalı olduğu dönemleri, aşamaları dikkatle inceleyip değerlendirdiğimde, kır yaşamında doğadan öğrenen insanların sağlam toprağıyla okumalardan, kentlileşmeden öğrendiklerimizin hamuruyla yoğrulmanın derin sevgisinin kişiliğimi, dünya görüşümü ve diyalektik-tarihi materyalist yöntemle bütünlükçü bakışımı biçimlendirdiğini söyleyebilirim.
Nâzım Hikmet, “Türk köylüsü” demiş ama bu doğada çalışarak yaşamını kazanan her insan için geçerli olan “O topraktan öğrenip/Kitapsız bilendir” özelliğinin, anamın hamurunda daha çok yoğrulduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öylesine kulağı kirişte yaşardı ki, geceleri bile halk deyimiyle çakal uykusunda yattığına defalarca tanık oldum. Hayvanların çıkardığı seslerden, ahırdaki hareketlerinden ne durumda olduklarını, başlarına ne geldiğini hemen anlardı. İki katlı evimizin altı ahır, samanlık, ambareviydi (kiler). Üstte biz yaşardık. Geceleri ahırdan gelen sesi duyar duymaz tanısını koyar ve babama seslenerek, “Hüseyin, kalk eşek dolaşık.” derdi. Babamın da ahırı kontrolden geldiğinde, “İyi ki ahıra bakmışım Ganime. Yular eşeğin boynuna dolanmış, az daha boğacakmış hayvanı.” dediğini dün gibi hatırlıyorum. Bunu başka zaman başka hayvanın başına ne gelmiş olabileceğini söyleyerek teyit ederdi. Bu, topraktan öğrenmenin ötesinde, “Mal canın yongasıdır.” anlayışıyla yetişenlerin, geçim kaynağı ve giderek canının bir parçası olarak gördüğü hayvana, bitkiye, hatta eşyaya sevgiyle bağlanmalarının, onları koruyup kollamalarının ne denli vazgeçilmez olduğunun bir göstergesidir.
Şimdi benim arka planımda hataları ve sevaplarıyla genetik ve kişilik bakımından miraslarını devraldığım böylesine değerli iki insan var. Bunun üzerine, çocukluğumun biçimlendiği Türkiye´nin en uzun on yılı olarak değerlendirdiğim 1960´lı yıllarda 23 yaşında dayımın muhtar ve 38 yaşında babamın bekçi olduğu köyümüzde gerçekleşen halk aydınlanması eklenince, bundan yararlananlardan biri de ben oldum. Benden önce Hatice teyzemle Şevket eniştemin oğlu olan Mehmet Şeren bu ortamdan yararlanmış; İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde okuyup Gazi Üniversitesi´nde öğretim üyeliği yaparak emekli olmuştur. O aydınlanma döneminde Ayşe Cihan, Necla Gündüz ve Güllü Kaya köyümüzden yetişen kadın öğretmenler olurken, Hatice Yılmaz, Zahide Şeren ve Menekşe Kabadayı hemşire olarak hayata atılmışlardır. Kadınların okumasının günah olduğunun, okurlarsa “orospu olacakları”nın kara propaganda edildiği bir dönemde, 1940´lı yılların eğitmeni ve köy muhtarı olan Cuma Gündüz´le 1960´lı yılların muhtarı Mehmet Yıldız´ın, bekçisi Hüseyin Kabadayı´nın ve ihtiyar heyetinin aydınlanmayla kalkınmadan yana tavır almaları çok önemlidir. Bu insanların ortaya çıkmasında Köy Enstitülü öğretmenlerin payı büyüktür kuşkusuz.Çocukluğumdan itibaren çok meraklıydım. Öğrenmekten müthiş sevinç duyuyordum. Köy odasına gelen gazete ve dergileri okuyarak öğrendiklerimi hem okulda derslerde dile getiriyor hem de köylülerimle paylaşıyordum. O yıllarda köylerde kış geceleri her akşam birinin evinde buluşulur; oyunlar oynanır, masallar anlatılırdı. Babamın içinde olduğu akraba ve arkadaş grubu da haftada bir bize gelirlerdi. Onlar gece yarılarına kadar oturur ve özellikle cenk hikayeleri, Köroğlu destanı, halk hikayeleri okuyanı dinlerlerdi. Çocuklarını okutmak için marangozluk ve mobilya işiyle uğraşan Şevket Şeren eniştemiz, okuma işini maharetle yapardı. Destan konusunda da köyümüzün halk ozanı Ahmet Öztürk maharetliydi. Köylümüzün “haket” dediği masalları büyülü biçimde anlatan Osman Kızılay´dan da çok şey öğrendiğimi belirtmeliyim. Onun anlattığı “Ninamın Gülü” belleğimde capcanlıdır yarım yüzyıl sonra. Evimize gelen ya da evlerine gittiğimiz bu maharetli insanları, ertesi gün okul yoksa, sonuna kadar dinlerdim. O zamanlar her evde bulunmayan radyoyu açar, haberleri dinler, üzerine yorumlar yaparlardı. Demem o ki, köyde kendi çaplarında okuyan, yorumlayan, hatta tartışan insanların bulunduğu bir ortamda büyümenin olanağından yararlandım. Üzülerek belirtmeliyim ki, okuyana ve kendileri, köylerinin geleceği için mücadele eden insana değer veren 50 yıl önceki köylülerimizi şimdilerde mumla arıyoruz. 

Yaşamım boyunca hep evrensel düşünmemde, enternasyonal bir tavırla hangi kökenden, inançtan, felsefi düşünceden gelirse gelsin insanlara eşit bir gözle bakmamda çocukluğumda yaşadığım, tanık olduğum veya duyduğum bazı olayların etkili olduğunu vurgulamalıyım. 1915 yılında şimdi Suriye´ye bağlı olan Kesap yakılmış. Burada yaşayan Ermenilerden canını kurtaranlar dağlara kaçmışlar. Bir kadın da bizim dağlara gelmiş. Babamın dedesi Halalı Bayram, “Gerbo, Gerbo!” diye ağlayan bu kadını evine getirmiş ve beşikte olan torunu Bayram amcamla ilgilenip içindeki çocuk acısını bastırmasını sağlamış. Çünkü, bu Kesaplı kadının Gerbo adında bir oğlu o baskında öldürülmüş. Ortalık yatıştıktan sonra kadının ailesini bularak onlara teslim eden Halalı Bayram dedemizin bu tavrını çocukluğumda anamdan dinlediğimde çok etkilenmiştim. Her zaman zulme, haksızlığa karşı direncimi besleyen bir damar olarak içimde büyüttüm. Yıllar sonra bunun öyküsünü yazdığımda, bilmeyen yakınlarımız, köylülerimiz çok şaşırmışlardı. Böylece gerçeklerin devrimci özelliğini gün ışığına çıkararak zulme karşı bilinçlerin tazelenmesini sağladım.
1960´ların sonunda tanık olduğum bir durumdan söz etmeden geçemeyeceğim. Bu olay da evrensel düşünmemde ve her türlü dil-din-mezhep-millet ayrımına karşı mücadele etme anlayışımın gelişmesinde etkili olmuştur. Doğduğum köy, Sünni Müslümanların yaşadığı bir yer. Yaklaşık 500 yıllık bir tarihi olan Kışlak, aslında çevre köylerden, hatta Konya, Maraş, Lazkiye gibi başka coğrafyalardan gelen ailelerin kaynaşmasıyla oluşmuş bir köy. Farklı yerlerden gelen insanların çocuklarının evlenerek kaynaşmasının, köyümüzün çevre köylere göre daha ileri olmasında büyük payı olduğunu, bir incelememde örnekleriyle açıklamıştım. Bu ön bilgiden sonra tanık olduğum olayı aktarmakta yarar görüyorum. Bizim köylerde kış daha sert geçtiği için o yıllarda mandalina, limon, portakal yetişmezdi. Deneyen olmuş mudur bilmiyorum. Dolayısıyla Arap Alevi emekçilerin yaşadığı Harbiye, Samandağ´dan getirdikleri narenciyeyi alıp yerlerdi. Bir gün köyümüze pikaplarıyla narenciye getiren Harbiyeli Yunus amcalar akşama kadar satışlarını yapıp geç kaldıkları için ahbaplığı olan babam iki Alevi arkadaşını bize getirdi. Hep birlikte yemeğimizi yedikten sonra çaylarını içerlerken babamla Yunus amcalar sohbeti koyulaştırdılar. İlkokul öğrencisi olarak can kulağıyla onları dinlemeye başladım. Babam, “Bre Yunus kardaşım, şu bizim hocalarla sizin şıhlar aramızda olmasalar, bizimle sizin aranızda anlaşamayacak neyimiz var?” dedi. Yunus amca da, “Doğru söylüyorsun vallah. Bak, seninle nice zamandır hayyo değil miyiz?” diyerek karşılık vermişti. Benim her türlü bağnazlık ve yobazlık yanında dinsel tutuculuğa ve ayrımcılığa karşı bayrak açmamda bu konuşmalardan çıkardığım dersin payının büyük olduğunu teslim etmeliyim. Bu payın etkisiyle olsa gerek, 1971 Eylül´ünde parasız yatılı olarak kazanarak gittiğim ve 24 gün okuduğum Maraş İmam Hatip Okulu´nda oruç tutmadığı için Matematik ve Sınıf Öğretmenimiz olan Orhan Bey´i dövmeye çalışan öğrencileri arkadaşlarımızla taşladığımızı hiç unutmam. 24 gün sonra Düziçi İlköğretmen Okulu´nu kazandığım haberini Burhan Biçer öğretmenimiz verip de babam beni oraya götürünce, kendimi cendereden kurtulmuş kadar özgür hissetmiştim. Çünkü, parasız yatılı olduğumuz için köylüm ve daha sonra candostum olan Mustafa Varışlı´yla ikimize zorla namaz kıldırmaya ve oruç tutturmaya çalışıyorlardı. Yeri gelmişken şunu çok açık biçimde ifade etmeliyim: Dinlerin, inançların nasıl ortaya çıktığı ve çeşitlenerek bugünlere geldiğini bilen biri olarak, insanın inanca ihtiyaç duymasının nedenini anlıyorum. “Herkesin dini, inancı kendine.” diyerek yaşayan dindarlarla da iyi ilişkiler kurabiliyorum. Ancak, en büyük tehlikenin dinsel bağnazlık, yobazlık olduğunun en somut, güncel örneklerini Irak, Suriye ve Afganistan coğrafyalarında yaşanan acı gerçeklerin gösterdiğini vurgulamak zorundayım. Onun için tarihsel kökeniyle ve hukuksal anlamıyla laiklik, emekçilerin dinin tasallutundan kurtulması ve kendi kaderini sömürücü güçler karşısında eline alması için birincil şarttır.
Devletin ne olduğunu, sermaye sınıfının egemen olduğu kapitalist devlette kurumların nasıl çalıştığını öğrenmem bakımından çocukluğumda beni etkileyen bir başka olaydan da söz etmek durumundayım. Köyümüz Suriye sınırında bulunduğundan kaçakçılığında yapıldığı bir bölgedeydi. Köyümüzde kaçakçılıkla geçinen pek yoktu ama Nişrin, Kaladuz, Güveççi gibi Arapların yaşadığı köylerde yaygındı. Onlar, Suriye´de yakınları olduğu ve Arapça bildikleri için bu işi daha rahat yapıyorlardı. O dönemde kimi güçlerle işbirliği yaparak silah vd. kaçakçılıkla sermaye biriktiren ve daha sonra Hatay´ın patronları arasına giren ailelerin olduğunu o yörenin insanı bilir. Burada kaçakçılıkla geçinmek zorunda kalan insanları suçlamak değil niyetim. Onları bu yola sokan ve kullanan sistemi sorgulamaktır amacım. Sanıyorum ilkokula başladığım yıldı; 1967´de babam sınıra yakın bostan ve bahçelerimizde öküz ve danaların bulunduğu haberini alarak onları toplayıp ahırımıza getirmişti. Anamı da bu hayvanları kimseye vermemesi konusunda tembihlemişti. O gün bu konu ve diğer işler için Muhtar dayımla birlikte şehre gitmişlerdi. Kuşluk vakti astsubay bir grup jandarmayla birlikte evimizi sardı. Karşısına dikilen anama, “Bu hayvanları bize vereceksin!” diyen astsubaya oradaki messezi (nodul) eline alarak, “Benim cesedimi çiğnemeden bu kapıdan içeri giremezsin! Muhtar ve bekçinin izni olmadan buradan bir çöp bile alamazsın!” diyen Ganime Kabadayı´nın çocuğu olmanın sorumluluğu o anda kişiliğime, dünya görüşüme nakışlandı. Çocuklar olarak bizler sesimizin yettiği kadar bağırarak anamıza destek verirken, astsubay kuyruğunu düğümleyip askerleri avlumuzdan çekerek gitmişti. Sonradan öğrendik ki o astsubay kaçakçılardan rüşvet almış, hayvanları ele geçirmediği için üstlerine karşı kendini savunamayacağından zorla ahırımızdan götürmek istemiş öküzleri ve danaları. Bu olayın ekonomipolitiği bugünün Sedat Peker´i tarafından sergilenen kirli çarşafların ortaya koyduğunun küçük bir örneğidir, diye düşünüyorum.
1960´lı yıllarda köyümüzde siyasal anlamda da bir uyanış ve sınıfsal bir arayış gündeme geldi. O dönem Türkiye´sinde 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekiliyle TBMM´ye girerken, bu milletvekillerinden Yahya Kanbolat da Hatay´dan seçilmiştir. (Kışlak, 1982´de yapılan anayasa oylamasında da nüfusuna göre en çok hayır oyu veren bir köydü. Jandarma baskısına karşın, yanılmıyorsam % 25 oranında HAYIR denmişti baskıcı anayasaya.) O seçimlerde 5 yaşındaydım ve Yahya Kanbolat´ı köy odasında konuşurken görmüştüm. Hatay´da oyların % 4´ünü alan TİP, bizim köyden yanlış hatırlamıyorsam 60´ın üzerinde oy almıştı. Bu da oyların beşte biri gibiydi. Sanıyorum Yayladağı ilçesinde en yüksek oyu Kışlaklılar vermişti. Şimdi düşünüyorum; TİP´e bu oranda oy çıkmasının arkasında Antakya´ya çocuklarını okumaya gönderen ailelerin, kırsaldan gelen yoksul ve zeki çocuklara sahip çıkan, onlara ders veren, kitap okutan ve politikleştiren TİP´li Yalçın Ergönül´den etkilenmelerinin de payı var. Çok yetenekli ve güçlü bir propagandist olan sosyalist Yalçın Ergönül´ün 14.6.1970´te öldürülmesi, köylerden Antakya´ya okumaya giden gençlerin ve onların ailelerinin sosyalizmle tanışmalarının, köydeki tutucu kabuklarını kırmalarının önünü kesmiştir. Ben o zaman ilkokul 5. sınıftaydım ama akrabamız ve komşumuz Mehmet Gündüz´den, yaşlılardan ayrıntıları öğrenmiştim. 10 yaşında bir çocuk olarak algılayabildiğim kadarıyla böyle bir insanın öldürülmesine üzülmüştüm. Halkla, gençlerle böylesine etkileşimde bulunan bir sosyalistin niçin öldürülmüş olabileceğini zamanla kavradım. Dolayısıyla sınıf mücadelesinin, devrimci kavganın halktan kopmadan ve kitleyle birlikte yapılmasının önemini, bu olay çok açık biçimde yüreğime, beynime kazımıştır.
Evet, bir yoksul köy çocuğu olarak halkımızın neden yoksul ve cahil bırakıldığı üzerine kafa yormaya, Düziçi İlköğretmen Okulu´nda 1. Sınıf öğrencisiyken Deniz Gezmiş´lerin idam edildiği günlerde 5. ve 6. Sınıf (bugünkü 10-11. Sınıf) öğrencilerinin konuşmalarını dinledikten sonra başladım. Okuduğum kitaplardan, izlediğim filmlerden, katıldığım etkinliklerden, yaparak-yaşayarak-üreterek öğrenme ortamından aldığım feyizle ortaokul 3. Sınıf öğrencisiyken politikleşmiştim. Lise 1´deyken Haruniye ve Yeniköy´de açılan sosyalist örgütlere gitmeye başlamıştım. Lise 2´deyken, Milliyetçi Cephe (I. MC) Hükümeti tarafından Öğretmen Okullarının Öğretmen Lisesine dönüştürüldüğüne dair karar alınması üzerine bütün Öğretmen Okullarında olduğu gibi bizim okulumuzda da boykot eylemleri başladı. Bugün çok yanlış bir uygulama olduğu çok net biçimde daha iyi anlaşılan ve nitelikli öğretmen yetiştirme modelini yok eden bu karara karşı yüzlerce öğrencinin katıldığı ve günlerce süren boykot eylemini hayata geçirdik. Faşizan uygulamalarıyla ülkemizi karanlığa sürükleyen MC Hükümeti, boykota katılan öğrenciler üzerinde tam bir terör estirmişti. Bizim okuldan onlarca öğrenciye “hiçbir okulda okuyamaz” ve yüzlerce öğrenciye de “sürgün” cezası yağdırmışlardı. Çok genç yaşta haklı ve meşru mücadelenin bu ülkede nasıl sürdürülmesi gerektiğine dair ilk deneyimimi, Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesi´ne sürgün giderek kazanmıştım.
Benimle birlikte ailem de politikleşmeye başladığı gibi köyümüzdeki genç arkadaşlarla ortaklaşarak devrimci, sosyalist mücadeleyi yükseltmeye çalıştık. Bizden önceki kuşaktan CHP´de politika yapanların da bize sempatiyle yaklaştıkları, sosyalist yayınları okudukları, satranç oynamayı öğrendikleri, düğün ve derneklerde devrimci marşları, emeği konu edinen şarkı ve türküleri söyledikleri bir süreçten söz ediyorum. Antakya´da düzenlenen Ruhi Su, Aşık İhsani-Şah Turna konserlerine katılan, Yılmaz Güney filmlerini izleyen bir toplamın oluştuğu dönemdi. Gerçi o yıllarda sol-sosyalist düşünce, devrimci örgütler kırsalı da hızla etkisi altına alıyordu. Karadeniz´de fındık mitingleri, Ege´de Tariş direnişi yapılırken, bizim yörede de tütün üreticilerinin gösteri ve mitingleri gündeme geldi. Yanılmıyorsam biz lise öğrencisiyken Yayladağı´nda Tütün Üreticileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği kurulmuş ama haftasında dağıttıkları bildiri nedeniyle kurucular gözaltına alınıp tehdit edilmişti. O dernek çalışmasına ve bildiri sürecine Kışlak´tan destek vermiş, daha sonra Altınözü´nde yapılan büyük tütün mitingine arkadaşlarımızın katılımını sağlamıştık. Bu, kapitalizmin zayıf halkalarını saptama, o noktalarda örgütlenme ve mücadeleye odaklanma bakımından genç sosyalistlere deneyim kazandırmıştı. Bizden önceki kuşak tümüyle topraktan öğrenirken, bizim kuşak onların deneyimleriyle ülke ve dünya genelindeki politik mücadele deneyimlerini okuyarak edindiğimiz bilgileri sentezlemeye çalışıyorduk.
Henüz 18 yaşındayken köylerde politik mücadelenin ekonomik boyutunu da harekete geçirmek için, Ankara´da üniversiteye başladığım 1978´de yaptığımız bir çalışmadan da söz etmek isterim. Zafer Çarşısı´nın üstünde sahaflık yapan köylümüz Selim Sevim´in de desteğiyle Kışlak Kalkınma ve Tüketim Kooperatifi kurulmuştu. O yıl yağ-şeker karaborsası vardı. Kooperatif Başkanı Yusuf Özbay ve yönetimden iki kişi Ankara´ya gelmişler, Kayseri ve Konya´daki fabrikalardan birer kamyon şeker ve yağ almak üzere işlemlerini tamamlamışlardı. Yalnız, o günün parasıyla 3000 TL açıkları vardı. O gün de bizim 3 aylık kredilerimiz ödeniyordu. Musa Demirci arkadaşımla birlikte kredilerimizi bankadan alarak bu açığı kapatmış ve köylülerimize şeker ve yağın gönderilmesini gerçekleştirmiştik. Bunun üzerine komşu köylerden de Kooperatife üye olanlar artmış, üye sayısı ikiye katlamıştı. Yusuf Özbay dayımız bize iki hafta sonra kredi paramızı göndermişti. Aynı Kooperatifin başkanlığını bir yıl sonra ağabeyim Mehmet Kabadayı üstlenmiş, bu kez halı ve kilim tezgahları alınarak kadınların dokuma eğitimleri sağlanmış, köylülere ek gelir sağlanmıştı. Daha sonra yörede köylünün geçim kaynaklarından olan zeytincilikle ilgili bir fabrika projesi hazırlanıp arsası da alınmıştı. 12 Eylül darbesi ne yazık ki bu çalışmaları da baltalamıştı.
O dönemde bu mücadeleyi, devrimci ve sosyalist örgütlerin kısır iç tartışmalarına mahkum olmadan işçi sınıfı ve emekçi kitleyle birlikte sürdüren samimi insanları tanımış, onlarla yoldaşlık yapmış olmaktan bugün de çok mutlu olduğumun altını çizmek isterim.