Müslüm KABADAYI


Göç ve göçmen edebiyatı

Müslüm Kabadayı


Erzin İlçesine bağlı Turunçlu´da (İmraniye) 31 Ağustos-1 Eylül günleri 4. Giritliler Güz Festivali yapıldı. Turunçluların özverileri ve yerel yönetimlerin katkılarıyla gerçekleşen zengin programa, protokol yanında çevre illerden gelenler de yoğun ilgi gösterdi. Erzin Kaymakamı Ahmet Demirci ve Belediye Başkanı Ökkeş Elmasoğlu´nun bizzat katılarak destek verdikleri festival, yörede Girit göçmenlerine ilginin artmasına vesile oldu. Erzin Turunçlu İmraniye Girit Türkleri Kültür Derneği Başkanı Yılmaz Çetin ve arkadaşlarının özverili emekleriyle gerçekleşen programda çocuk şenliği, Giritçe müzik dinletisi ve manilerin okunması, belgesel gösterimi, fotoğraf sergisi, oryantring ve söyleşiler gerçekleştirildi. Tanık olduğum üç söyleşi ve bir nostalji anlatımından izlenimlerimi paylaşmak isterim. Tarihçi ve eğitimci Niyazi Karan´ın söyleşi konusu “Giritçe Dil Yapısı ve Önemi”ydi. Turunçlu´da konuşulan Giritçe´nin söz varlığı bakımından Girit Rumcası, Türkçe, Arapça, Farsça başta olmak üzere birçok dilin sözcüklerinden oluştuğuna dikkat çeken Niyazi Karan, bu dili kendine özgü ilginç sözcük ve deyimlerinden örnekler verdi. 

Tarihçi Metin Menekşe´nin yaptığı “Girit´ten Anadolu´ya Göç” başlıklı söyleşi slaytlar eşliğinde gerçekleşti. 1645-1669 arasındaki Osmanlı´nın Girit´e düzenlediği seferler sonrası Osmanlı yönetimine geçen ve yaklaşık 330 yıl süren bir dönemin 1997-1998 Giritli Rumların isyanı ve arkasından yaşanan çatışmalar nedeniyle 1899´da sona erdiğini anlattı Metin Menekşe. 1899´da Giritli Türklerin adadan nasıl ayrıldıkları ve nerelere yerleştirildiğini haritalar üzerinden gösterdi. Daha çok Girit´in kırsal kesimindekilerin göçünün İzmir başta olmak üzere Ege ve Akdeniz sahillerine, Libya-Mısır-Lübnan ve Suriye´ye gerçekleştiğinin altını çizdi. 1924´te mübadele dolayısıyla gerçekleşen göçün ise, kentlerde kalan Giritli Türkleri kapsadığını vurguladı.
Festivaldeki güzel anlardan biri de Düziçi İlköğretmen Okulu´nda uzun yıllar Eğitim Şefi olarak çalışan ve 1990´larda Adana Kültür Müdürlüğünü yapan Mehmet Göl´ün “nostalji”lerini anlatmasıydı. Düziçi İlköğretmen Okulu´nda onlarca Turunçlulu öğrencinin okuduğunu, çocuklarını ziyarete Turunçluların bir minibüsle topluca gelmelerini unutamadığını belirtti. 1969´da Türkiye Öğretmenler Sendikası(TÖS) Düziçi Şube Başkanı olarak Burnaz´da bir kamp düzenlediklerini, o zaman Turunçlu´yu ziyaret ederek öğrenci ve velilerle görüşmekten mutluluk duyduğunu söyledi. Konuşmasında “laik cumhuriyet” vurgusunu sıkça yapan ve “Kemalist ilahiyatçı” olduğunun altını çizen Mehmet Göl´le Düziçi İlköğretmen Okulu´nda okuyanlar olarak bir araya gelip fotoğraf çektirmemiz de çok anlamlıydı.
Erzin Kaymakamlığı ve Belediye Başkanlığının 10 Turunçlulu aileyi (20 kişi) Girit´e gönderme konusunda söz vermesi, festivalin önemli kazanımlarındandı.
Remzi Karakayalı´nın “Geçmiş Festival´den ve Girit´ten Görüntüler”iyle Ali Haydar Çetin´in “Anakara´ya Yolculuk” belgeseli, katılımcıların ufkunu açtı.
4. Giritliler Güz Festivali´nde benim yaptığım “Göç ve Göçmen Edebiyatı” konulu söyleşiye katılımın ve ilginin düzeyinden sevinç duyduğumu belirtmek isterim. Ayrıca, Erzin-Turunçlu Girit Türkleri Kültür Derneği Başkanı Yılmaz Çetin´in sürpriziyle teşekkür plaketini Düziçi İlköğretmen Okulu´nda öğretmenim olmuş Mehmet Göl´den almanın mutluluğunu yaşadım.
İnsan türünün göç olgusu, yaklaşık 2 milyon yıl önce Afrika´dan yola çıkan Homo Erectus´la başlar. Konuyla ilgili bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu en son verilere göre Homo Sapiens´in 125 bin yıl içinde yaptığı üç önemli göçle, gezegenimizin modern insanı (Homo Sapiens Sapiens) biçimlenmiştir.
Yeni besin alanlarına duyulan ihtiyaç başta olmak üzere, önce Afrika´da gerçekleşen doğal afetler (yangın, deprem, sel vb.), doğanın zorluklarına karşı yeni keşiflere yönelme, kuraklık ve buzul çağları, savaşlar ve çatışmalar, tehcir ve sürgün göçlerin ana nedenleri olmuştur. Zorunlu nedenler yanında gönüllü gerçekleşen göçler, acı ve yıkımlara yol açmanın yanında insan türünün farklı coğrafyalarda melezlenmesiyle daha gelişkin biyolojik ve zihinsel nitelik kazanmasına, yeni kültür ortamlarının oluşmasını da sağlamıştır. Dolayısıyla göç olgusu, insan-doğayla insan-insan ilişkisinin hem farklı sorunlarla karşılaşmasına hem de yeni olanakların ortaya çıkıp daha nitelikli yapıların gerçekleşmesine vesile olan diyalektik bir etkileşim unsurudur.
Göç olgusunun bu diyalektik etkileşiminin en iyi gözlemlendiği alan dildir. Bugün Dünya´da 7 bin dil konuşuluyorsa – ölü dillerin sayısının da az olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır – ve bu dillerle birçok kültür etkileşim halinde geleceğe taşınıyorsa, bunda göçlerin büyük payının olduğu tartışmasızdır. Bundan 4 bin yıl önce Doğu Akdeniz´in denizci-tüccar kavmi Fenikeliler tarafından geliştirilip yayılan sese dayalı alfabenin bugün de insanlığın ortak mirası haline gelmesi, bunun en somut örneğidir. Hazar havzasında oluşan kültürlerin göçler yoluyla uzak Asya´ya, Önasya´ya, Avrupa´ya, hatta Amerika kıtasına kadar yayıldığıyla ilgili birçok veri ortaya konmaktadır.
Bu yoğunlaştırılmış girişe bağlı olarak göç göçmen edebiyatının çerçevesini şöyle çizebiliriz: Kuraklık, buzullaşma, deprem, sel vb. doğa olayları yanında savaş, çatışmalar, yönetim-iktidar mücadeleleri nedeniyle gerçekleşen göçlerin ortaya çıkardığı tüm durum ve olgular, göçmen edebiyatının konusu olmuştur. Destanlar, mitolojiler (efsaneler), şiirlerle anlatılan göç ve göçmen gerçekliği, daha sonra tiyatro, hikaye ve romanların konusu olagelmiştir. Mitolojik edebiyatta “göç”le ilgili eski bir örneğe Mezopotamya´da rastlamaktayız. Marthu, Babil ve civarındaki göçebelerin tanrısıdır. İnari kentinde geçen olayda hediye dağıtımından söz edilir. Bu sırada Marthu´ da bir karısı ve çocuğu olmasını istemektedir. Istırabını annesine söyler ve kendisine bir eş bulmasını rica eder. Bir şenlikte İnari kentinin tanrısı Numuşda, Marthu ile ilgilenir. Marthu, Numuşda´nın kızını eş olarak ondan ister; o da razı olur. Düğün hazırlıkları yapılır. Gelin adayı tanrıçanın bir kız arkadaşı tarafından böylesine kaba, örf ve adetleri bakımından şehirli yaşamına ters düşen taraflarıyla göçebe çevresinden böyle bir kişiyle evlenmemesi yolunda uyarılarda bulunursa da, Tanrıça Adgarudu göçebelerin tanrısıyla evlenmeye karar verir.
Uygurların “Göç Destanı” da kuraklık nedeniyle göçe örnek verilebilir. Yuluğ Tigin´in Çinlilerle yapılan savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigin´i Çin prensesiyle evlendirme politikasına karşılık Çinliler, Tanrı Dağı eteklerindeki Kutlu Dağ anlamına gelen kayayı isterler. Gali Tigin bu kayayı verince Çinliler kayayı ateş yakarak ısıttıktan sonra üzerine sirke dökerler. Parçalara ayrılan kayayı Çin´e götürdüklerinde kuraklık ve kıtlık başlar. Böylece Uygurlar, bu kayayı vermenin cezasını göç etmekle öderler.
Dinsel metinlere konu olan ve daha çok Önasya´da gerçekleşen inanç-kavim odaklı göçler de önemlidir. Tarihte “kavimler göçü” olarak adlandırılan büyük göçlerden(M.S. 400-600) önce Babil Kralı Nabukednasar tarafından (M.Ö. 6. yüzyılda) yıkılan Yehuda Krallığı´nın fethedilmesi sonucu Yahudilerin Babil´e sürülmesi ve buradaki 70 yıl tutsaklık dönemiyle, Babil Krallığının Pers Kralı Büyük Kiros´un Yahudilerin Filistin´e dönmelerine izin vermesi üzerine tekrar Filistin´e göçleri, edebiyatta, sanatta çokça işlenmiştir. Babil´den göç(ertmey)le başlayıp sık sık tehcir ve sürgünlerle karşılaşan Yahudilerle ilgili ortaya konan göçmen edebiyatı oldukça zengindir. Musa´nın kavmiyle birlikte Mısır´dan göçü, Muhammed Mustafa´nın Mekke´den Medine´ye göçü dinsel metinler olmak üzere edebi metinlere de konu olmuştur. Bugün Suriye´de Şam´ın 60 km kuzeydoğusunda yer alan Malula kentinin efsaneleri arasında yer alan ve Hıristiyanların kutsallarından sayılan Mar Takla´nın hikayesini de Aramilerin araştırmacısı ve yazarı Rafik Shami “Malula´dan Masallar” adlı kitabında yayımlamıştır.
Edebiyat, resim ve sinema sanatlarına çokça konu olan önemli bir göç dalgası da 16. yüzyılda başlayıp 20. yüzyıl başlarına kadar süren “Yenidünyaya Göç”tür. Keşifler ve sanayi devriminin yarattığı olanaklarla Avrupa´dan Amerika kıtasına 60 milyon insan göçmüştür. İngiliz ve Fransızlar Kuzey Amerika´da, İspanyol ve Portekizler Güney Amerika´da önce ticari koloniler, sonra da devletler kurmuşlardır. Yerli Amerika halkları Kızılderili ve Aztekler başta olmak üzere birçok halkın katliama uğradığı bu göçün yansımaları önemli olduğu kadar, Afrika´dan siyahilerin köle olarak bu kıtaya göç(ertil)mesi de çok önemli bir olgudur. Köle Zencilerin göç(ertil)mesi ve özgürlük mücadelesini, Toni Morrison “Sevilen” adlı büyük romanında işlemiştir. Roman, Sethe´nin kölelikten özgürlüğe yaptığı zorlu yolculuğunu anlatırken, ırkçılıkla mücadeleye de değinir.
Afrika´dan siyahilerin köle olarak göç(ertil)mesi sadece Amerika kıtasına gerçekleşmemiştir. Osmanlı topraklarına da Etiyopya, Somali başta olmak üzere Afrika topraklarından siyahi köleler getirilmiştir. Bunların torunlarından Mustafa Olpak, “Arap Kadın Kemale-Kölelikten Özgürlüğe” ve “Kenya-Girit-Ayvalık/Köle Kıyısından İnsan Biyografileri” adlı kitaplarında bu konuyu işlemiştir. 2006´da Gül Büyükbeşe Muyan tarafından Mustafa Olpak´ın anlatımıyla “Osmanlı´da Kölelik-Arap Kızı Camdan Bakıyor” adlı belgesel çekilmiştir. Türkiye´de ilk kez bu konuyu gündeme getiren bu belgesel, TRT´de ve birçok festivalde gösterildiğinde büyük yankı yaratmıştır. Mustafa Olpak´ın, Türkiye´de 2 milyonu aşkın siyahi yurttaşın yeniden buluşmasını sağlamak için kurduğu Afrikalılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Ayvalık´ta çalışmalarını sürdürüyor.
Konu Girit´ten açılmışken, büyük acıların yaşandığı göçlerden biri de 1899´dan 1924´e kadar aralıklarla süren Girit´ten Anadolu´ya göçtür. 1924´te gerçekleşen göçe “mübadil” denmektedir. Türkiye topraklarında kalan Rum Hıristiyanların Yunanistan´a, Yunanistan topraklarındaki Türk ve Müslümanların da Anadolu´ya göçertilmesi biçiminde gerçekleşmiştir.
Homeros´un epik şiiri Odysseia´da “şarap rengi engin denizin ortasında bir kara vardır, güzel olduğu kadar zengin, sayısız ahalisi, doksan şehri vardır. Burada diller karışmıştır” diye söz ettiği Girit, M.Ö 3500´lerde başlayan büyük bir uygarlığın doğduğu Akdeniz adasıdır. Tarih boyunca birçok kavmin ve uygarlığın sentezlendiği Girit, 1669´da Osmanlıların egemenliğine geçince, özellikle Alevi-Bektaşi kökenli Türkmenler buraya yerleştirilir. 228 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan adada Türkler, çarşıya egemen olan Rumcayı anadili gibi konuşmaya, kültürel ve ekonomik ilişkilerle yerli halkla kaynaşmaya başlarlar. 1821´de Mora ve Girit´te başlayan Rumların bağımsızlık hareketleri, isyanlarla devam eder. 1896´daki isyan ve 1897´de Osmanlı-Yunan Savaşı sonunda Girit´e özerklik verilir. Bundan sonra adada yaşayan Türklerin üzerindeki baskılar ve zulümler giderek artar, ilk göç de 1898´de başlar. Girit´ten Anadolu´ya göç, zeytinciliğin yapıldığı Ege ve Akdeniz kıyılarına gerçekleşir. Bugün Erzin ilçesine bağlı Turunç köyüne yerleştirilen Giritliler, bu göçün dramını Rumca ve Türkçe şiirlerle dile getirmişlerdir.
Girit´ten Anadolu´ya göçle (ertmey) ilgili çokça araştırma-inceleme ve belgeseller hazırlandığı gibi edebi metinler de kaleme alınmıştır: Saba Altınsay´ın kaleme aldığı “Kritimu” (Benim Girit´im) romanı, Ahmet Yorulmaz´ın “Savaşın Çocukları”, “Girit´ten Cunda´ya” gibi yapıtları, Güler Göfe´nin “Girit Toprağından Tarsus´a Çilek Kokulu Üzüm” adlı kitabı… Bu konuda en çok yapıt verenlerden biri de H.Yüksel Hançerli´dir. “Bitmeyen Aşk Girit”, “Babam ve Amcam” gibi yapıtlara imza atan Hançerli, birçok da belgesel hazırlamıştır. Onun “Babam ve Amcam” yapıtındaki dram, savaş ve göçün boyutlarını ailelerin parçalanması üzerinden çok derinden dile getirmektedir. Babası Karpeta İbrahim göçerek Adana´ya gelirken ağabeyi Mustafa aşık olduğu Rum kızıyla evlenip orada kalır. Zamanla adını Nikit olarak değiştirir. Çocukları olur. Köyde çiftçilik ve keçi yetiştiriciliğiyle uğraşır. İkinci Paylaşım Savaşı´nda Naziler tarafından işgal edilen Girit´teki askeri kışlalarına keçileri girince Alman faşistleri tarafından kurşunlanarak öldürülür. Yetim kalan çocukları anneleri büyütür; ancak bir kış günü dağa oduna giden anne de donarak ölünce ortada kalan çocukları teyzeleri yetiştirirler. Yıllar sonra amcası Karpeta Mustafa´nın çocuklarıyla Girit´e giderek tanışan Yüksel Hançerli, bu buluşmayı onları Adana´da ağırlayarak yeniden kaynaşmaya dönüştürür. Parçalanmış bu ailenin Girit kolundakiler Rum ve Hıristiyan, Türkiye kolundakiler Türk ve Müslüman´dırlar.

“Babam ve Amcam”daki dramatik hatta trajik öğe, Ferda Bozoklar Ardalı´nın kaleme aldığı “Düşlerde Kalan Girit/Eleni” romanı ve bunun devamı olan “Eleni´nin Kızı Halime”de de geçerlidir. Bu kez “aşkı uğruna” Girit´i terk etmek üzere yola çıkan Eleni´dir. Türk sevgilisiyle evlenip hamile olan Eleni, limanda gemi beklerken doğum yapar, ancak kan kaybından hayatını kaybeder. Bebek, İzmir´e gelen babanın Giritli kadın akrabaları tarafından büyütülür ve adı Halime´dir. İnsanın büyük acılara nasıl göğüs gerdiğinin romanıdır Halime´nin yaşamı. 

1915´te Ermenilerin Anadolu´dan tehcir edilmesine kadar büyük göçleri konu edinen çokça yapıt verilmiştir. 1890´larda Ançırti´den Halep´e göçen bir Ermeni ailenin Halep´te Baron Hotel´i kurması ve buraya göçen-gelen insanların serüvenlerinin anlatıldığı “Halep´in Baronları” adlı yapıtı, İtalyan Flavia Amabile´yle Marco Tosatti kaleme almışlardır. Amanoslar´ın Akdeniz´e uzanan burun kısmındaki Musa Dağ´dan adını alan Franz Werfel´in kaleme aldığı “Musa Dağ´da Kırk Gün” romanını örnekleyebiliriz.
Çerkez halklarının Kafkaslardan 1864´ten başlayarak birkaç dalgayla zorunlu göçe tabi tutulduğundan, Anadolu-Suriye ve Ürdün coğrafyasına dalga dalga yerleştirildiğinden söz edebiliriz. Bu sürgün ve göçün dramını anlatan birçok yapıttan biri olarak Ayla Kutlu´nun “Göçmen Bir Kuştu O” romanını örnek verebiliriz. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) sırasında Çerkez topraklarından Osmanlı topraklarına sürgün edilen Emir Bey ve ailesinin dramını anlatan roman gibi onlarca yapıt kaleme alınmıştır.
Dünya edebiyatında gelişme gösteren hareketlerden biri de Arap göçmen edebiyatıdır. Kuzey Afrika ve Ortadoğu kökenli Arap aydınlarının Amerika´da meydana ge-tirdikleri göçmen edebiyatı zengindir. Önasyalı Arap Hıristiyan edebiyatçılarının Batı´da ve özellikle Amerika´da 19. yüzyıldan itibaren meydana getirdikleri göçmen edebiyatı, hiç tanımadıkları bir coğrafyada, kopup geldikleri köklerine bağlanan Arap göçmenlerin öykülerini anlatmaktadır. Aynı zamanda ABD başta olmak üzere İngiltere ve Fransa´da yeni sentezler oluşturarak gelişen bu edebiyatın arka planında 1830´lu yıllardan, Birinci Dünya Savaşı´na kadar bir edebi, kültürel ve siyasi hareket olarak Suriye ve Lübnan´da doğup Mısır´da geliştiği genel kabul gören Nahda (Arap Rönesansı) vardır. Bu hareket de çöküş (asr el-inhitat) ve yabancı hakimiyetinden önceki klasik Arap kültürünü (Cahiliyye) canlandıran bir özellik taşıyordu. Aynı zamanda Nahda, modern Avrupa´nın başarılı yönlerini özümsemek için tercüme yolunu benimseyerek, toplumun geniş kesimlerinin bilincini şekillendirecek bir kültürel hareket olarak ortaya çıktı. Geniş anlamı ile Nahda, Önasya´da ve Arap dünyasında modernleşme sürecinin başlangıcı olan, Osmanlı İmparatorluğu´nun gerilemesi ve Avrupa´nın ekonomik, siyasal, entelektüel ve toprak üstünlüğünün güçlü baskı oluşturduğu on sekizinci yüzyılın sonlarından, 20. yüzyıla kadar Osmanlı yönetimi altındaki modernizasyon dönemini kapsar. İşte bu hareketin yansımalarının son örneklerini Amin Maulof ve Adonis´in yapıtlarında görürüz.
Yeri gelmişken “Nahda”yla zaman ve eğilimler bakımından benzerlik gösteren “Tanzimat hareketi ve edebiyatı”nın özelliklerine bakmakta yarar var. Bu edebiyatta özellikle Kafkaslardan, Balkanlardan zorla göçertilen cariyelerin yaşamlarına, Samipaşazade Sezai´nin Sergüzeşt romanı başta olmak üzere birçok yapıtta değinilmiştir. “Nahda” ve “Tanzimat”la ilgili olarak “oryantalist bakış”ın etkisinde kaldıklarına dair haklı bir eleştirinin de yapıldığını belirtmek isteriz.
Göç(menlik)le ilgili olarak Kürt edebiyatında en önemli yapıtları Mehmet Uzun vermiştir. Önemli bölümü Antakya´da geçen “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” romanı, 20. yüzyıl başlarında gerçekleşen Kürt beylerinin göç(ertil)mesi olayının bir aşk hikayesi çerçevesinde işlendiği dramatik yapıtlardan biridir. Antakya Lisesi´nde Fransız işgal yıllarında öğretmenlik de yapan Memduh Selim´in yaşamı üzerinden aydın göçünün (sürgün) siyasal ve duygusal boyutları işlenir.
Çağdaş edebiyatta göç olgusunu konu edinen yapıtlar oldukça zengindir. Özellikle I. Ve II. Paylaşım Savaşlarında gerçekleşen göç, tehcir ve sürgünleri konu edinenler yanında farklı bir göç olgusu ortaya çıkmıştır. Biri, 1929 Dünya kapitalizminin ekonomik krizine bağlı olarak ABD´deki büyük buhranın yarattığı göç dalgasıdır. Bu “kriz göç olgusu”nu çok boyutlu olarak anlatan önemli romanları John Steinbeck kaleme almıştır. Filmi de çok yankı yaratan Gazap Üzümleri bunun en etkileyicisidir. İkincisi de Türkiye´den 1961´den itibaren Almanya başta olmak üzere Avrupa´ya gerçekleşen işçi-emekçi göçüdür. Bu “göç”le ilgili oluşan edebiyatın özelliklerini şöyle özetleyebiliriz: Birinci kuşak şair ve yazarların yüzü Türkiye´ye dönüktür. Onlar, ülkelerini terk etmenin acısını yaşıyorlardı. Türkçe düşünüp Türkçe yazıyorlardı. İkinci kuşak ise iki arada bir derede kalma durumunu yaşıyordu. Almanya´da “Türk” ya da “yabancı”, Türkiye´deyse “Alamancı” olarak görülüyorlardı. Bunlardan Alev Tekinay bir şiirinde şöyle dile getiriyordu bu durumu: “Hayali bir trende/ her gün iki bin kilometre gidip geliyorum/ kararsızım elbise dolabı ile bavul arasında/ işte tam orası benim dünyam.” İki kuşağın dramını birden gören ve kendileri de sürgün olarak Almanya´ya gitmiş Köy Enstitülü yazarlarımızdan Fakir Baykurt „Yüksek Fırınlar“, Yusuf Ziya Bahadınlı da „Açılın Kapılar“ Türkiyeli göçmen işçilerin dramlarını işlemişlerdir.
Japonya´nın Okinova adasından 1908´de Kasato-Maru gemisiyle Brezilya´ya göç(ertil)enler, burada kahve işlerinde çalışan kölelerin yerine çalıştırılmışlardır. Ucuz işgücü olarak Japonya´dan Brezilya´ya gelenlerin 111 yıldaki nüfusu 1,5 milyonu geçmiştir. Bu halkın büyük çoğunluğu Kore kökenli ve Çin kültürünün etkisinde kalmış Japonyalılardan oluşmaktadır. Bu yönleriyle de dil ve kültür renkliliğiyle edebiyata konu olmaktadırlar. Bu çerçevede Japon edebiyatında kaleme alınan çokça yapıttan biri de Natsuki Ikezawa´nın “Ağabeyine Çiçek Taşıyan Kız” adlı romanıdır.
Bireysel, topluluk ya da kitlesel göç(ertme)ler nedeniyle başka bir coğrafyada yaşama tutunma, kendini gerçekleştirme mücadelesi veren birinci kuşak ve onların çocuklarının çok ilginç yapıtlar ortaya koyduklarına tanık olmaktayız. Bunlardan biri, İtalya´dan ABD´ye göçen duvar işçisi bir babanın oğlu olan John Fante´dir. Amerikan “yeraltı edebiyatı”nın önemli yazarı olan Fante, yazarak hiçliği aşan kalemlerden biri olur. “Hayat Dolu”, “Vahşi Yol” gibi senaryoların da yazarı olan Fante, “Bandini” serisinin unutulmaz klasiği olarak kaleme aldığı “Toza Sor” romanında (Filmi de çekilmiştir.) etnik ayrımcılığın bireyde yarattığı uyum sorununu ve beraberinde ortaya çıkan derin yabancılaşmayı, kadın-erkek ilişkilerindeki hoyratlaşmayı samimi biçimde dile getirir.
Burada yeri gelmişken “göçmenlik”le ilgili bir başka değerlendirme yapmak isteriz. Göç yoluyla bir araya gelen farklı halklardan ve kültürlerden insanlardan doğan çocukların içinden, bilim-sanat ve edebiyat alanlarında önemli kişiler çıkmaktadır. Macaristan´dan Meksika´ya göçen fotoğrafçı bir babanın ve Kızılderili bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Frida Kahlo´yu buna örnek verebiliriz. Ülkemizden de bilim insanı olarak Behice Boran, hem göç hem de sürgün bakımından konumuza çarpıcı bir örnektir. 1890´larda ailesi Kazan Tatar´ı olarak Bursa´ya göçen Behice Boran, ülkemizin ilk kadın sosyologu ve ilk kadın parti yöneticisi olarak TİP´in başkanı olmuştur. 12 Eylül faşizmi koşullarında Avrupa´ya giden ve sürgünde ölen bir sosyalisttir.
Sanatçı ve bilim insanlarını örneklemişken, “beyin göçü”nden de söz etmek gerekir. Kavram yeni olmakla birlikte “beyin göçü” Antik Yunan´a, İskenderiye´ye, Şam ve Bağdat´a, Semerkant´a yapılan beyin göçlerinin çok eskilere dayandığını görmekteyiz. 20. yüzyıl bu anlamda en büyük beyin göçlerinin gerçekleştiği zamandır. Özellikle Nazi zulmü nedeniyle Almanya´dan ABD´ye giden Albert Einstein, en çok bilinen bilim insanıdır. Türkiye´ye göçenlerin de az olmadığı bilinmektedir. İstanbul Üniversitesi ve DTCF´de onlarca Alman bilim insanı çalışmıştır. Bunları da konu edinen edebi yapıtlar kaleme alınmıştır. “Beyin göçü”ne karşı kendi yaşamıyla örnek bir mücadele veren bilim insanlarını konu edinen biyografik romanlardan biri olarak Oğuz Atay´ın “Bir Bilim Adamının Romanı” adlı yapıtı önemlidir.
Halen devam etmekte olan emperyalist bir saldırı sonrasında iç savaş da yaşayan Suriye halklarının yaşadığı büyük göç olgusu önemlidir. Beyinlere kazınan ve yürekleri çizen büyük acıların yaşandığı Suriye´den göç dalgasının Bodrum kıyılarına vurduğu Aylan Kurdi adlı çocuğun cesedi, bir başka gerçeği insanlığın vicdanına saplamıştır. Akdeniz ve Ege suları 8 yıldır insan cesetleriyle dolmuş ve insan eti yiyen balıkları tüketen, açık deyişle kendi etini yiyen insanlar olmaktan utanmaz duruma düştüğümüz tarihe geçmiştir.
Daha fazla söze gerek kalmadan “Göç ve Göçmen Edebiyatı”nın uç noktasını, Aylan Kurdi´nin kulaklarımızdan çıkmayacak çığlığını söz ve müzik olarak dile getiren şair ve piyanist Güneş Yakartepe´nin “Aylan´ın Çığlığı” şiiriyle koymak istiyoruz.
Bir umutla çıktım bu yolculuğa
Simsiyah gecede vatansız çocuğum
İçimde korkular, umudum nerede
Nerede insanlık, gelecek nerede
Çırpındım dalgalarda umutla
Tutunamadım hayata, vurdum kıyıya
Çırpındım dalgalarda umutla
Tutunamadım hayata, vurdum kıyıya
En sonunda bitti benim savaşım
Yenildim hayata amansız dünyada
Bedenim armağan tüm insanlığa
Bitmesin hayatlar sönmesin umutlar
Bedenim armağan tüm insanlığa
Ölmesin Aylan´lar dinsin bütün çığlıklar
Dünya´nın bütün emekçileri, sınıf bilinçleriyle dünyayı ellerine aldıklarında, sömürücü sınıfların uyguladığı göç ve sürgünün insanlığa yaşattığı büyük acılar da son bulacaktır. İşte o zaman “Mutlu göçmen yoktur”dan “eşit ve özgür insan vardır”a o güzel atlarla yolculuk yapacağız.