Müslüm KABADAYI


DOĞA VE İNSANIN IŞIK YONTUCUSU ASLAN BAŞPINAR´IN HEYKEL ATÖLYESİNDE BİR GÜN…

Müslüm Kabadayı


Topraktan öğrenip yüreğinin ışığıyla çamura, taşa, demire, kağıda ve beze güzellik nakşeden sanatçılar, her zaman ilgi odağımda olmuşlardır. Onlardan biriyle Mehmet Aksoy´un “Mitler ve Şamanlar” heykel sergisinde tanışmıştım, sevgıdeğer Ali Uğraş´ın sayesinde. Yine onun çabasıyla Heykeltıraş Aslan Başpınar´ın Ankara Ostim´deki atölyesine, 4 Kasım 2018 Pazar günü eşim Sevda, kızımız Evin ve Ressam ve Heykeltıraş Aykut Tanrıseven´le gittiğimizde, “ilgi odağı”mın nedenselliğinde yanılmadığımı gördüm.

Öncelikle insanın eminliğini, sevgi pınarlığını dışa yansıtan iki organı önemlidir. Biri göz, diğeriyse el… Eğer gözdeki ışıltı ve bakıştaki derinlik diğer insan(lar)ın yüreğine işliyor ve bunu el sıkışındaki sıcaklıkla besliyorsa, o insandan emin olabilirsiniz. Her eylemli insanda olduğu üzere o da hatalar yapabilir ama her zaman bunları düzeltmeye ve kendini aşmaya yatkındır. Bu nitelikteki insanlar olarak yeni bir yolculuğa çıktığımız bir gün yaşadık, Ankara´nın alınteri ve göz nurunun aktığı Ostim´de. Kırk yılı aşkındır dostluk kurduğumuz Ali Uğraş´ın sevecen duruşu ve kıvrak zekasıyla her buluşmamızda alanlarında verimli ve yaratıcı insanlarla da tanışmamızın yolu açılır. Yıllar önce Ressam ve Heykeltıraş Aykut Tanrıseven´le tanıştığımızda hissettiğim insan güzelliğini, Aslan Başpınar´ın heykel atölyesinde buluştuğumuzda, haddeden geçen demir koru gibi yaşadığımı söyleyebilirim.
1963´te Yozgat´ın yoksunluk içindeki bir köyünde doğan Aslan Başpınar´ın 55 yıllık yaşam serüveni, onun kişiliğini yoğuran toprağa bağlılık ve geleceğe ışık saçmakla biçimlenmiş. İlkokul sonrasında köyünün tarım aletlerinin yapımında ve el işlerinde ustalaşan dedesiyle babasını gözleyerek becerisini geliştirmiş. Köylünün ihtiyaca dayanan üretkenliğine yeni boyutlar katan heykeller yapmaya başlamış ama yakınları başta olmak üzere köylülerin ilgisizliğiyle, hatta tepkisiyle karşılaşınca yaratıcılığını bir süre kimseyle paylaşmamış. Bu da içten yapılan derin bir yolculuğa neden olmuş tabi. Köylerine 1982´de gelen bir jeoloji mühendisinin onun yaratıcılığını keşfedip Gazi Eğitim Fakültesi´ndeki hocalarla onu tanıştırmasıyla, köydeki cevherin başkent kültüründe zenginleşmesi gerçekleşmeye başlamış. Heykel Bölümünde misafir öğrenci olarak başlayan sanat eğitimi, 1985´ten itibaren katıldığı sergiler ve yarışmalarda aldığı ödüllerle özgünleşme aşamasına sıçramış. Ankara´da 1996´da kendi heykel atölyesini oluşturmasıyla çalışmaları sanat dünyasında daha çok tanınmaya başlamış.
Ali Uğraş ve Aykut Tanrıseven´le yolları da Gazi Eğitim Fakültesi´nde buluşan Aslan Başpınar, insani duruşuna sanat emeğiyle kattığı dostluk ilişkisini hep güçlendiregelmiş. Doğrusu, hareketli yaratıcılığıyla çevresindekileri zorlayan kızımız Evin´le atölyesinde kurduğu diyalog ve ona küçük bir tahtaya çaktığı telle biçimlendirdiği insan iskeletini çamurla heykele dönüştürmesi için verdiği motivasyonun da dostluk kurmanın en küçük bir nüvesini teşkil ettiğini belirtebilirim. Evin´in gün boyu atölyede sıkılmadan kendini gerçekleştirmesi, bizim için de eğitici bir deneyim oldu.
Atölyenin bahçe bölümünü dal dal ve damar damar biçimlenen dut, erik, kayısı ağaçlarıyla donatan Aslan Başpınar, eşi Meral Hanım´ın da desteğiyle iç bölümü sistemli ve renkli hale getirmiş. Duvarları bezeyen insan ve hayvan figürlerine değişik boyutlardaki heykeller ve rölyefler eşlik etmiş. Anıtsal heykellerin ilk çamur örnekleri yanında maliyetli olan bronz dökümleri, görenlerin hemen dikkatini çekiyor. O, bu dikkate sahip olmayanların da atölyesine gelip gittiklerini söylüyor. Bazılarının dutun gölgesine oturup tadına baktığını ama içerideki heykellerde nelerin işlendiğinin farkına çok sonraları vardıklarını, Anadolu bilgeliğiyle nükteli biçimde anlatıyor. İşçi-emekçilerin alın teriyle biçimlenen Ostim´de muhafazakar bir kültürün egemenliğini, on dört yıldır sanat pratiğiyle değiştirmeye başladıklarını belirtiyor. İki örnek olayla bunu somutluyor. Birini, dindar bir atölye sahibinin anahtarını, başkalarına değil de kendisine teslim etmesiyle örnekliyor. Diğerini de heykel atölyesinin karşısındaki küçük boşluğu mavi ladin, gül ve başka çiçeklerle süsleyerek çöplük olmaktan kurtarmasına esnafın gösterdiği saygıyla somutluyor.
Bir Meslek Lisesinde yedi yıldır Edebiyat Öğretmeni olarak çalıştığım için “atölye”nin çağrışımlarını biliyorum. “Motor”dan “metal”e, “makine”den “mobilya”ya kadar atölyelerdeki araç-gereçleri tanıyarak kullanmayı, atölyenin temizlik ve bakımını düzenli sürdürmeyi bilmek gerekir. Burada yaparak-yaşayarak öğrenirken zaman zaman risk almak da gerekir. Bu riskin yaşamsallığının farkında olmadan hareket eden öğretmen ve öğrencilerin ağır bedeller ödediği durumlar da yaşanır atölyelerde. Bu açıdan heykel atölyesinde kullanılan aletlerin de basite alınmaması gerektiğini öğrendik atölyeyi gezerken. Elektrikle çalışan değişik boyutlardaki hızarlardan heykel taşıma aracına, taş kesim-zımpara makinelerinden mengene ve küçük el aletlerine kadar her aracın işlevine ve inceliğine dikkat etmek gerekiyor. Bunu, beş yaşındaki Evin´in çamurdan insan heykeli yaparken tezgahla ilişkisini, çaktırmadan kontrol edişinden anlıyoruz heykeltıraşımızın.
Birden atölye konusuna dalınca, Ali Uğraş dostumuzun ve Meral Başpınar´ın el çabukluğuyla hazırladıkları kahvaltı sofrasından söz etmeyi unutuyordum az kalsın. Öğrenciliğinden beri Gazi Üniversitesi´nin fotoğrafçısı olarak bilinen ve yıllardır Ankara´da Resim Öğretmenliği yapan kentteşim Ali, Hatay´da “katıklı” denilen çökelek, biber-domates salçası ve bol baharatla yapılan ekmeğimizi şöminenin üzerinde ısıtıp sofraya koymuştu. İçanadolu´da bilinmeyen hambales (mersin) götürmüştüm heykeltıraşlarımızın tadına bakmaları ve aromasını duyumsamaları için. Öyle de oldu. İlk çiğnendiğinde ağızda buruk bir tat bırakan, sonra genzi açacak kadar derin aroması olan hambales, büyük şehirlerde düzenlenen “Hatay Günleri” ve moda haline gelen “Yöresel Hatay Ürünleri” marketleri sayesinde son yıllarda başka bölgelerde de tanınmaya başlandı. Doğrusu her bölgenin, yörenin besinleri başta olmak üzere kültürünün başka bölgelerin insanları tarafından tanınmasını, giderek güzel değerlerin özümsenmesini önemsiyorum. Ancak, bu işin ticaretini yapanların, işin cılkını çıkardıklarını görmekten tiksindiğimi de belirmeliyim. Çünkü, o yörenin doğal ürünleriyle hiç ilgisi olmayan fabrika ürünlerini, o ad altında pazarlayanlar çoğaldı. Oysa, “Komünist Başkan M.Fatih Maçoğlu” öncülüğünde Ovacık Belediyesi tarafından İstanbul-Ankara-İzmir-Bursa gibi kentlerde açılan ve üreticiden tüketiciye doğrudan doğal ürünlerin ulaştırıldığı kooperatif şubeleri gibi örgütlenmelerin yaygınlaştırılmasına ihtiyaç var bu ülkede.

Sıcak çaylarımızla zengin kahvaltı soframızdan tadına vara vara beslenirken, soframızın sanat söyleşisi atmosferine büründüğünü görmekten de mutlu oldum, olduk. Plastik sanatların üç ustasıyla söyleşirken Türkiye´nin sanat tarihine, çarpıcı anılara da yolculuk yaptık. Sorularımızı, toprak gülüşüyle yanıtlayan Aslan Başpınar´ın bir anısı üzerinden dile getirdiği “sanat beğenisi”yle ilgili üzücü gerçeğimizi paylaşmak isterim. Erzurum´un bir kasaba belediye başkanı, başka bir kasabanın kendisine yaptırdığı heykelden etkilenmiş ve kendi yöresinin ünlü bir pehlivanının heykelini yaptırmak istemiş. Ostim´deki atölyesindeki ön çalışmayı beğendikten sonra çamur heykel boyutunda görmeleri için atölyeye davet etmiş. Belediye Başkanının, heykelin yapım aşamalarından o güne kadar haberdar olmaması nedeniyle heykel tamamlanmış sanıp Ankara´daki nakliyeci kentteşlerini de yanına alarak atölyeye geldiğini gören heykeltıraşımız, duruma şaşırmış ama bozuntuya vermeden örtüyü açarak heykeli incelemelerini sağlamış. Başkan, “Pehlivanımızın kaşını bile çarpıcı hale getirmişsin Aslan Bey!” deyip yanındakilere, vinçle heykeli nakliye aracına hemen yüklemelerini söylemiş. Duruma müdahale eden Aslan Bey, “Bu çamur heykel, siz onay verirseniz dökümünü yaptıracağım!” der demez şaşkına dönen Belediye Başkanı, “Ne! Bizim pehlivanımızı çamurdan mı yaptınız?” diye haykırmış. Başparmağını heykele sokunca küplere binen başkanı çıldırmaktan kurtarmak için uzun süre dil dökmek zorunda kalan heykeltıraşımız, yanındaki nakliyeci kentteşlerine dönerek, “Bu adamın söz dinleyeceği bir kişi var mı tanıdığınız?” diye sormuş. Onlar, kasabadan yetişmiş emekli bir öğretmenden söz etmişler. Hemen telefonla ona ulaşıp durumu izah etmiş Aslan Bey. Emekli öğretmen, telefon görüşmesinde hem durumu izah etmiş hem de başkanı fırçalamış. Böylece başının belaya girmesini önleyen Aslan Bey´e takılmaya başladık. Ali Uğraş, “Yahu deseydin ya adama, senin inancına göre Adem çamurdan yaratılmadı mı?” dedi. Çamurla oynayarak büyüdüğümüzden tutun da ilk kerpiç evlerin çamurdan yapıldığına kadar konuyu uzatabildik. Tabi bu arada çamur heykel yapmaktan sıkılan Evin´in, bahçeye çıkıp oradaki heykellerle oyunlar kurduğunu da belirtmeliyim. Onun peşinden gittiğim zamanlarda kaçırdığım önemli konuşmalar oldu mu bilemiyorum ama Aslan Başpınar´la aslında Bahadın´da tanıştığımız ortaya çıktı anlattığı bir olay üzerine. Olay şöyle:
Bahadınlı Haydar Eroğlu, 18. yüzyıl halk şairi Aşık İbrahim´in torunlarındandır. Büyük dedesinin heykelini kardeşi İbrahim´le Bahadın´a yaptırmayı düşünmektedirler. 2005´te Kültür Bakanlığı arafından Aslan Başpınar´a yaptırılıp Yozgat´ta sergilenen Nida ve Neriman Tüfekçi´lerin heykellerini gördüklerinde beğenirler ve heykeltıraşına ulaşmayı denerler. Arkadaşları Nusret Başpınar´la bunu konuşurlar. O da Aslan Bey´in, amcasının oğlu olduğunu söyler. Ankara´daki atölyesine gelip tanışırlar. Yapılacak heykelin özelliklerini konuşurlar. Heykelin yapım aşamasında dostlukları gelişir. Hollanda´nın Lahey kentinde yaşayan ve yılın bir bölümünü Türkiye´de geçiren Haydar Eroğlu ile Lahey´de öğretmenlik yapan kardeşi İbrahim Eroğlu, anlamlı bir vefa örneği göstererek dedelerinin heykelini Bahadın´a kazandırırlar. 1979´da A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi´nde öğrenciyken tanıştığımız Sadık Güvenç başta olmak üzere öğretmen, yazar ve TİP milletvekili Yusuf Ziya Bahadınlı, Köy Enstitülü Arif Baş da Bahadın´dandırlar. Türkiye´nin çölleştirilen kültür coğrafyasında bir vaha olan Bahadın´da düzenlenen şenliklere 2005´ten beri katıldığım için Arif Baş Etnografya Müzesi´nin bahçesine yapılan Aşık İbrahim heykelinin düzenlemesini beğendiğimi söyledim Aslan Başpınar´a. Haydar ve İbrahim Eroğlu kardeşleri de bu vesileyle tanıdığımı belirttim. Ayrıca bu şirin beldeden adaşı Aslan Bozdemir´in de Mersin´de Rehber Öğretmenlik yaptığından söz ettim. Böylece ilişkimizin harcının daha da sağlamlaşmasına vesile olan bağlar oluştu…

Aşık İbrahim´in heykeli, heykeltıraşımızın yeni bir ilişki kurmasına vesile olur. Nâzım Hikmet´in heykelini beldelerine kazandırmak isteyen Hacıbektaş Belediyesi, Haydar Eroğlu´nun önerisi üzerine kendisinden Nâzım Hikmet heykelini yapmasını ister. Bu heykelin açılışında bulunan Ataol Behramoğlu konuşmasında, Nâzım Hikmet heykelindeki özgün çalışmadan övgüyle söz eder. Ardından da son anda oraya yetişen Aslan Başpınar´ı kürsüye çağırarak kutlar. Sanatın değerini ve işlevini bilenlerin güzel bir dayanışması değil midir bu?
Hem Aslan hem de Aykut dostlarımız, Türkiye´de resmin bir biçimde kökleştiğini ama heykelin henüz emekleme aşamasında olduğunu söylediler. Ülkemizde heykelin henüz “figür” aşamasında olduğunun altını çizdiler. Mehmet Aksoy gibi çok az sanatçının, form-mekan-ışık ilişkisini kendine özgü bir tarzda kurarak uygulamaya koyabildiğini vurguladılar. Bu konuda resmi kurumlar başta olmak üzere heykel yaptıranların çoğunun, sanatçının özgürce çalışıp özgün bir yapıt ortaya koymasını anlayamadıklarını dile getirdiler. Evet, Nasrettin Hoca´nın mizahındaki kabuk kırmacılık önemli olmakla birlikte “Parayı veren düdüğü çalar.” anlayışının ne denli sakat olduğu, bu noktada daha keskin biçimde görülüyor.
Uzun kahvaltı atmosferinin hiç bitmemesini ister durumdaydık. Çünkü öylesine belleğimizi tazeleyen anılar paylaşıyor ve yine öylesine farklı konularda düşünsel yorumlar yapıyorduk ki… Farklı alanlardan deneyim ve birikimlerin pratik-teorik düzlemde yeniden üretilmesine vesile olacak böyle atmosferlerin zenginleştirilmesini hep önemsedim, önemsedik. Katıldığımız her etkinlik, toplantı ve uygulamada geliştirici tartışmayla paylaşımların hazzını, son zamanlarda yaşayamaz olmuştuk. O nedenle atölyedeki uzun kahvaltı atmosferinin daha da uzamasından zevk aldık. Zevk alırken, zaman zaman yüreğimin çizildiği anlar da yaşamadım değil. İlk kez 1978´de görme olanağı bulduğum Ulus´ta bulunan Anafartalar Çarşısı´ndaki plastik sanatların örneklerinin ayrıntılarını bilmediğimi fark ettim o sofrada. Nasıl mı?
Yurtsever ve toplumcu bir bilinçle hayata ve sanata bakan Aykut Tanrıseven, birkaç yıl önce Anfartalar Çarşısı´nın, Ankara´nın tarihi ve kültürel mekanlarını yıkarak, yağmalayarak çirkin cam-beton yapılara dönüştüren Ankara Büyükşehir Belediyesi´nce yok edilmek istendiğini öğrenince harekete geçer. Konuyla belki ilgilenirler diye boyalı basını haberdar eder. Oradakilerin bu çarşıdaki önemli sanat yapıtlarından haberdar olmadıklarını anlar. Oradan gelen muhabire çarşıyı gezdirip bu yapıtların fotoğraflarını çektirtir, yapıtlar ve sanatçıları hakkında bilgiler verir. Ancak, bunlar gazetede yayımlanmaz. Sonunda konuya duyarlı bir magazin dergisi, fotoğraflarla bezenen etkiliyeci bir metinle bunu gündeme getirir. Enamour dergisindeki yazıda, yapıtlar ve sanatçılarıyla ilgili şöyle denir: “Çarşının iç duvarları, kolonları, merdiven boşlukları, seramik panolar, rölyefler ve resimlerle bezelidir. Çarşının içinde, onların varlıklarına dikkat etmeden gezinirken, duvarlardan yansıttıkları sessiz ihtişamı sadece sezeriz. Oysa her biri üzerinde tek tek durup incelemeye değerdir, hepsi birer sanat eseridir, her birinin altında çok değerli sanatçılarımızın imzaları vardır: Füreya Koral, Seniye Fenmen, Attila Galatalı, Arif Kaptan, Cevdet Altuğ, Nuri İyem.” Karınca kararınca Anafartalar Çarşısı´yla ilgili bir duyarlık oluşturmak için mücadele eden Aykut´la dostluk kurduğumuzdan onur duyduğumu belirtmeliyim.
1960´lı yıllarda bir buçuk yıl yoğun sanat emeğiyle gerçekleştirilen Anafartalar Çarşısı´ndaki yapıtların ve yaratıcılarının hikayesini bugüne kadar öğren(e)mediğim için utandım. Karanlıkçı yıkımcıların çatlamış ve çürümüş ardamarlarını, bu ülkenin bağrından söküp atma zamanının çoktan gelip geçtiğinin acısını duydum aynı zamanda.
Sevgideğer Ali Uğraş, Antakya´nın sünen peyniriyle yapılan künefeyi fırınlı sobanın üzerinde ısıtırken, Aslan Başpınar´ın kılavuzluğunda atölyenin bodrumuna indik. İki bölümden oluşan bodrumdaki metal heykellerle alçı rölyefleri gördük. Heykeltıraşımız bize heykellerini nasıl yaptığını ve neleri anlatmak istediğini açıklarken Evin, orada bulduğu plastik topla oynamanın zevkini yaşıyordu. Çocuk merakı ve ışıltılı zekasıyla atölyede bulduğu küçük bir heykelciği heykeltıraşımıza uzatıp “Haydi bunu bize anlat!” demesi de hepimizi, gülümseme inceliğine gark eyledi. Onun oyununa eşlik etmeyi de ihmal etmeden metal heykellerde çekirdeği, tohumu, ana rahmini, göz-meme diyalektiğini nasıl işlediğini dinledik Aslan Başpınar´dan. Özellikle iç içe göz motifini de andıran, aynı zamanda ana-yavru ceylan izlenimi veren metal heykeldeki yavruyla ananın bakışlarındaki masumiyeti yüreğimizin derinliklerinde duyumsadık. Oysa heykelde ne bir baş ne de bir bir göz vardı. O an, sanatçının işinin derin duygu ve düşünceleri duyumsatmak olduğunu bir kez daha düşündüm.
Antakya künefemizin hazır olduğunun söylenmesi üzerine sofra başına tekrar dönerek tadına vara vara yedik. (Şeker hastası olarak tadımlık alabildim.) Soframızı toplayıp çevreyi düzenledikten sonra hep birlikte dışarı çıktık. Sokaktan atölyeye baktığımızda çatıya yerleştirilmiş elinde küreğiyle duran üç heykel gördük. Dikkatli bakınca bu heykellerin aynı kişinin olduğunu fark ettik. Aslan Başpınar´a sorduğumuzda babası Veli Başpınar´ın heykelleri olduğunu öğrendik. Dedesi ve babasının köyde tarım aletlerini yapan ustalar olduğunu, heykele yönelmesinde onların bu yeteneklerinin etkisini açıkladı. Bu, her kuşağın ya da kişinin, kendisine emek veren insanların değerini bilmesi yanında onlara vefa duyarlığıyla yaklaşması gerektiğinin güzel bir örneğiydi. Bu bağından dolayı da heykeltıraşımızı kutladım.
Evet, Ankara´nın en büyük sanayi merkezinden, Ostim´den ayrılırken, aydınlarla sanatçıların, örnek davranışları ve üretkenlikleriyle emekçi halkın içinde var olmalarının ne denli anlamlı olduğunu bir kez daha gördüm. Bütün zorluğuna karşın, bu yolu tercih eden tüm aydın ve sanatçıları selamlıyorum.