Meral Tabakoğlu TOKSOY


Deprem

Meral Tabakoğlu TOKSOY


6 Şubat 2023 saat 04.17 yer; İskenderun. Sarsıntıyla uyanıyoruz. Müstakil, iki üç katlı evlerden oluşan, otuz beş yıllık bir sitede oturuyoruz. Yatağımda doğrulurken eşimi uyandırıyorum. İleri geri sallanmaların birkaç saniyede durmasını beklerken, yataktan inip kalorifer peteğine tutunarak çömeliyorum. Eşim de ayakta pencereye tutunmuş dışarıya bakıyoruz. Ayakta durmanın ve cam önünde olmanın yanlışlığının farkında değiliz. Aşağı inmek için depremin durmasını beklerken sarsıntı daha da şiddetlenerek devam ediyor. Sonradan öğrendiğimize göre seksen saniyeden uzun sürdüğü söylense de bize saatler sürmüş gibi geliyor.

Deprem sırasında duyduğum sesleri trenin içerisinde duyulan, demir tekerleklerin raylara sürünürken çıkardığı seslere benzetiyorum. Evimiz, yaramaz bir çocuğun maket oyuncağıydı ve ileri geri sallayarak oyuncağının sağlamlığını test ediyordu. Ömrümde ilk defa yaşadığım bu felaketin gücü, ürkütücülüğü hangi kelimelerle tam olarak anlatılabilirdi. “Yaşayan bilir” derler ya işte öyle bir kıyameti yaşıyorduk. İstikbalimiz, yaşadığımız evleri yapan Müteahhitlerin namusuna ve devletimizin bu konuyu ne kadar ciddiye aldığına bağlıydı. Gün sonunda, üç beş namuslu ve ciddiyetsiz devlet anlayışıyla baş başa kalacaktık. Oysa bu felaketle başa çıkabilecek bilgiye, teknolojiye, güce sahiptik.

Neden binlerce insanın yok olup gitmesine seyirci kalınmıştı.

Neden?...

Dualar ederek beklerken, gecenin karanlığında karşımdaki evleri loş da olsa görebiliyor, bunca sarsıntıya rağmen ayakta kalıyor olmalarına şaşırıyordum. Günler geçerken, çevremdeki insanlarla konuştuğumda deprem anında herkesin ayrı bir trajedi yaşadığını gözlemliyorum. Kendi durumumu düşündüğümde, daha kontrollü olabilmem, karşımdaki binaların ve evimizin hasar almadığındandı.

Depremin bittiğini anladığım anda elime geçirdiğim hırkaları, çorapları kucağıma dolduruyorum. Aceleyle telefon fenerinin ışığıyla merdivenden inerken duvarda asılı olan fotoğrafların yerlere düştüğünü, dağılan cam kırıklarını görüyorum. Bütün bunları hatırladığımda ve şu an yazarken bile vücudumun kasıldığını fark ediyorum. Çenemin ve tüm vücudumun titremesine engel olamayarak eşime; koltuğun üstündeki battaniyeyi almasını söylerken askıdaki kabanları da kucağıma ekliyorum. Aracımızda su olduğu aklıma geliyor. Mutfak kapısından başlayarak bütün oda dökülen tabak çanakla dolu…

Tüm bunları eşimin telefonunun ışığından hayal meyal görüyorum. Geçen zaman içerisinde kareler birleşip acı bir film şeridi oluşturuyor.

Evimizden kaçarcasına dışarı çıktığımızda, karşı komşumuzu tek başına kaldırımda görünce çağırıyorum. Hep beraber aracımıza sığınıyoruz. Hava soğuk ve yağmurlu…

Aynı sitede az ileride oturan ablamlara doğru sürüyoruz aracımızı. Sokaklar ana baba günü…

Ablamlar da araçlarındalar fazla konuşamasak da iyi olduklarını öğreniyoruz.

Herkes şok içerisindeyken, tam o sırada ikinci bir artçı başlıyor. Dalgalı bir denizde, küçük bir kayığın sarsılması gibi sallanıyor aracımız. Bunca olanlara dayanamayan sinir sistemim, freni boşalmış yokuş aşağı giden bir araba gibi kontrolden çıkıyor. Hıçkırarak ağlarken İstanbul’da yaşayan çocuklarımızı düşünüp, yıllardır orada olacağı söylenen depremin tüm enerjisini burada boşaltmış olmasını dileyip, “İyi ki çocuklarım yaşamadı bunu” diye tekrarlayarak ağlıyordum…

Saat 04.41 aracımızın içinde evimizin önündeyiz. O sıralar yurt dışında olan küçük oğluma mesaj atıyorum. Bulunduğu ülkenin saati bizden dört saat ileride. Az sonra haberleri görünce bize ulaşamayabilir endişesiyle.

--- Uyanınca konuşalım canım

--- Burada şiddetli bir deprem oldu ama biz iyiyiz canım

--- Halâ artçılar devam ediyor arabadayız…

İstanbul’da olan büyük oğluma eşim mesaj atmış. Uyandırmamasını söylüyorum, sabah işe gidecek diyorum kendi kendime de… Oğlum hemen arıyor ama hiç birimiz olayın boyutunu bilmiyoruz. Radyodan Maraş merkezli olduğunu öğreniyoruz. Günün ağarması hiç bu kadar uzun sürmemişti.

İskenderun belki de tarihinin en soğuk ve bir o kadar da acı günlerinin başlangıcına uyandığını henüz bilmiyordu.

Saat:06.54 sevgili arkadaşım Figen’e; nasılsınız canım? Diye attığım mesajın asla ulaşmayacağı aklımın ucundan geçmiyor.

İskenderun Ayna Kültür Sanat Derneğinin Whatsapp grubumuzdan yazışmalar başlıyor. İyi durumda olduğunu öğrendiğimiz arkadaşlarımız için sevinirken, dernek başkanımız Recep Yıldırım kızının ve damadının enkazda olduğunu yazıyor. Beş katlı apartmanın beşinci katında olduklarını öğrendiğimde ilk onların kurtarılacağını düşünüyorum.

Ambulans seslerinden ve radyodan aldığımız haberlerden olayın boyutunu anlamaya başlıyoruz. Sonunda sabah olmuştu ama bulunduğumuz sitede yıkılan bina yoktu çok şükür.

230 hanelik sitemizde 35 civarında evin ağır hasarlı olduğunu ilerleyen günlerde öğreneceğiz. Can kaybının olmaması ise gerçek bir mucizeydi…
Eşimin ve benim ailelerimizde kaybımızın olmaması, rahatlatsa da sevincimiz boğazımızda takılı kalıyor.

Gruptaki arkadaşlarla yazışmalar devam ederken Figen’den halâ ses çıkmıyor, mesajın da iletilmediğini görünce kaygılanmaya başlıyorum. Günün ilerlemesine rağmen soğuk hız kesmiyor, Trafiğe çıkmayın uyarılarını dinleyecek halde değiliz. Arkadaşımın evine doğru yola çıkıyoruz yol boyu yıkılan ve ağır hasarlı binaları gördükçe nutkumuz tutuluyor. Ne yana baksam enkaz yığınları ve kurtarma çalışması gönüllüler tarafından yapılmaya çalışılıyor. Çoğu enkazda kurtarma/ma çalışması günler sonra başlayacaktı. Bu arada telefonum hiç susmuyor kime ne anlatacağımı bilemiyorum. Ağlamama engel olamayarak, arama kurtarmada eğitimli kişilerin bu bölgelere yönlendirilmesi için yalvarıyorum… Yardım istediğim sesli mesajlarımı yaymaya başladıklarını söylüyorlar. Umutlanıyorum, umuda çok ihtiyacımız var.

Sonunda Figen’in evine ulaşıyoruz bina yerle bir! Donup kalıyorum. Yıllardır denizi doldurarak genişletilen sahil şeridi çökmüş, sular iç kesime doğru taşmıştı. Aracımızı kaldırıma yanaştıracak yer bulamıyoruz.

Hava håla çok soğuk. Üzerimi kat kat giymiş olmama rağmen donuyorum. Sulardan atlaya zıplaya enkazın önüne ulaşıyorum. Ayaklarım bileklerime kadar ıslak. Bu kadarını beklemiyordum tabi ki. Etrafta tanıdık yüzler ararken, arkadaşımın kızını görüp yanına gidiyorum. Annesi, babası, kız kardeşi ve onlarla beraber yaşayan Ayşe kızımız hepsi enkaz altında…

Ne söyleyip nasıl teselli edilebilir. Sadece oradayım ve ne yapacağımı bilmiyorum. Arkadaşımın kızı Maral metanetli duruşuyla şöyle diyor: “Annem, zor zamanlarda telaşa kapılmak yerine çözüme odaklanın derdi.” diyor. Öyle de yapıyor zaten.
Oradan ayrıldıktan sonra, Recep Hocamızın yanına gidiyorum. Saati hatırlamıyorum ama kurtarma ekibi yok. Kızı enkaz altında olan bir babaya ne denir peki?
***
Ben de bir şey diyemedim zaten. Oradayız işte hepsi bu.

Sizi umursuyoruz, dua ediyoruz.

Yanınızdayız…

Bizler için değerli olduklarını biliyorlar.

Ama bizler bizi yönetenler için değerli değildik. En kıymetli vakitlerde, yardım bekleyen canlara nefes olunamadı. Bize çaresizce izlemek, öfkelenmek düştü.
Hepimize moral olan, umut veren Figen arkadaşımızın kızı Burcu’nun otuz beş saatin ardından yaralı olarak kurtarılması ve hayati tehlikesinin olmamasıydı.

Ama ailenin diğer üyeleri bu kadar şanslı değildi maalesef.  Dördüncü gün recep hocamızın kızı ve damadı için de çok geç kalındığını öğreniyoruz. Altıncı gün Figen’imizin ailesiyle birlikte naaşının çıkarıldığını öğrenince mezarlığa koşuyoruz. Depremin ilk gününden başlayarak bir haftada şahit olduklarımı düşündüğümde, sadece korku filmlerinde veya bir belgeselde görebileceğimi düşündüğüm görüntüler kalmıştı aklımda. Oysa hepsi de gerçekti. Bizim gerçeğimiz, dostlarımın gerçeği, ülkemin gerçeği…

Mezarlığın her yanında cenaze törenleri her tarafta korkulu, çaresiz, öfkeli ve anlamsız gözlerle bakan bi dolu insan…

Herkesin başının önde olması dikkatimi çekiyor. Hayatta kalmanın suçluluğu mu acımızı ifade biçimimiz miydi? Başını eğecek olanlar, sakal bırakarak bizlerle dalga geçtiklerini düşüne dursunlar, bir gün mutlaka kaybedilen canların hesabını vereceklerdi…

Binlerce insanı yakınlarının cansız bedenine razı olur durumda görmek.

Sahipsizlik…

İlgisizlik…

Yaşadığımız sürece hiç unutmayacağımız büyük bir felaket ve yönetimin verdiği sınav…

Sevgili Figen’imizi, eşi Haluk Arlı’yı ve Ayşe kızı, Antakya’da oturan kız kardeşi ve doktor yeğenini son yolculuğuna uğurlarken bile yaşadıklarımızı tam olarak kavramış değildik…