Haşmet KOLAĞASI


BİR ZAMANLAR İSKENDERUN ANTAKYA SEYAHATİ

1961 yılı olduğunu sanıyorum.


Ben 7–8 yaşlarındaydım. Karşımızda Yahudi bir komşumuz vardı. Margo teyze benim küçüğüm olan erkek kardeşimi lüle lüle kırmızı saçlarından dolayı çok severdi ve onu misafir ederdi. Ben de ara sıra akranım olan Viko ile oynardım. Haşlanmış havuçla ilk defa orada tanıştık. Bir yaz günü Ziya Gökalp Caddesi´ndeki Viko´nun akrabalarının bahçeli evinde kuzeniyle beraber oynamaya gitmiştim. Ablam saat 11.00 sıralarında aniden gelerek benim eve gitmemi ve Antakya´ya gönderileceğimi söyledi. Eve vardığımda annem çoktan eşyalarımı hazırlamıştı ve elime tutuşturarak beni hızla Yıldız Sokak ile Ulucami Caddesi´nin kesiştiği köşeye ulaştırdılar. Burunlu Chevrolet otobüsün arka kapısında halamın kocası olan eniştem beklemekteydi. Ben otobüse biner binmez Ulucami Caddesi´nden güneye doğru otobüs hızla yola koyuldu.
Eniştemiz Mehmet Galip Zorba hem İnönü´nün ve hem de Ecevit´in korumalığını yapmıştı. Ailemiz tarafından sevilen, mert ve cesur bir büyüğümüzdü. Eniştemizin dedesi ile babamın dedesi kardeştiler. O yıllardan önce akraba evlilikleri çok yaygındı. Çekirdek aileye geçiş bu tarihlerden sonra oluştu. İkinci dereceden akraba çocukları kardeş gibi olur ve akrabalar bunlara evlatları gibi bakarlar ayrıt etmezlerdi. Çekirdek ailenin çıkışıyla birlikte oluşan yabancılaşmaya bir süre akrabalar ayak uyduramadılar.
Doktor Sadık Ahmet Caddesi eskiden E-5 uluslar arası yol güzergahıydı. İki taraflı çınar ağaçlarının sınırladığı yolun darlığının o yıllarda pek farkına varamamıştık. Daha sonra taksiden biraz daha büyük taşıtlar trafiğe çıktığında süratlerinden dolayı bu çınar ağaçlarına çarpmalarıyla oluşan kazalarda çok kayıp vermiştik. Türkiye´de bu büyüklükteki ilk taşıtın markası İngiliz Thames idi. Daha sonra bu taşıtlara minibüs adı verildi.
Belen şehitliğine vardığınızda muavin araçtan iner, virajı alması için ve karşıdan gelen taşıta yol verilmesi için kılavuzluk ederdi. Taşıtların arkaya kaymaması için arka tarafta, muavinin yakınında takoz bulundurulurdu. Kayma esnasında tekerin arka tarafına takoz destek olurdu. Şimdiki Gedik Mezarlığı´nın bulunduğu yere geldiğinizde Kıcı istikametine doğru değil, aşağıya doğru virajlarla Topboğazı istikametine gidilirdi. Topboğazı´ndan Antakya istikametine gittiğinizde, Bağlama denilen bölgeye geldiğinizde insanların üzerinde sallarla gezdiği bir göl vardı. Söğüt ve benzeri ağaçların dalları suya kadar uzanırdı. Arada dolaşan sallar uzun sırıkların göl tabanından destek almasıyla yönlendirilirdi. Yöre halkının ördek ve benzeri hayvanlarının yanında yabani ördekleri de görürdünüz. Suyun dışında sadece başlarını görebildiğiniz mandalar ilginç görüntüler sergilerdi. Bu eşsiz manzaraları artık görme şansınız yoktur. Keşke burada aynı göl yeniden yapılsa ve turizme kazandırılsa…
Bir kış gününe rastlayan bir bayram ziyareti nedeniyle Gedik´ten Topboğazı´na doğru inerken üç yaşındaki kardeşimi düşünce almıştı ve ona nedenini sorduklarında, “Sizlere baba diyenler var; peki bana kim baba diyecek?” demişti. Bu otobüstekileri uzun bir süre eğlendirmişti. Hemen şoförün arkasında oturmaktaydık, Bağlama´ya ulaşmak üzereydik ve kardeşim elindeki mantar tabancasını şoför Atalay´ın kulağının dibindeki pencereden dışarı doğru uzatarak ateşledi. Bu Atalay amcada müthiş bir panik oluşturdu. Tekerin patladığını zannetmişti. Sol şahadet parmağı yarısına kadar yoktu ve bu parmağıyla bir süre kulağını ovuşturdu. Sabırla ve soğukkanlılıkla olayı geçiştirdi.
Bu olaydan birkaç yıl önceydi, soğuk bir kış gününün akşamında bayramlaşmak için Antakya´ya gidiyorduk. Hava iyice kararmıştı önümüzde beliren sayısız parıltılardan Antakya´nın şehir ışıklarını gördüğümüzü sandık. Meğer önümüzden bir koyun sürüsü geçiyormuş, aracımız durduğunda bunu anlayabildik. Henüz ben çok küçüktüm. Antakya´ya vardığımızda annemin babası olan dedemlerin evine gittik. İki katlı bir evin üst katıydı. Küçük odaları vardı. Depreme dayanıklı, tahta iskeletli bir ev olduğundan yürüdüğünüz zaman taban gıcırdar ve esnerdi. Geldiğimizde dedem evde yoktu. Pencereden annem karşıdaki caminin içinde yatsı namazını kılan babasını görmeye çalışıyor ve “İşte orada…” diyordu. Caminin kıble tarafında bir fırın vardı, adının yıllar sonra ‘Yanık Fırın´ olduğunu öğrendim. İri Hatay kumrularının eşsiz sabah konserleriyle orada tanışmıştım. Sabah namazı vaktinin henüz geçtiği hüznünü yansıtıyorlardı. Bu kumrular son yıllarda yüksek binaların bulunduğu yerleri terk ettiler, daha çok bahçeli az katlı bina çevrelerinde ve parklarda, aynı zamanda İskenderun sahilindeki ağaçlık alanda yaşamaktalar. 1960´lı yıllardan önceleri İskenderun´da hiç kumru yoktu. Şu anda yüksek katlı bina çevrelerinde Güneydoğu´dan göçtüğü düşünülen daha küçük bir kumru cinsi yaşamaktadır.
Ruşen Dayım henüz bekârdı ve dedemlerle aynı evde kalıyorlardı. Sabah sekiz gibi dayımı uğurlamak için sokağa çıktık, ben kucaktaydım. Hemen evin yanından sol tarafa doğru dönen yoldan dayım elini sallayarak gitti. Bu sokak Kurtuluş Caddesi´ne doğru gidiyordu, büklümlü bir yol olduğundan yolun sonu görülmüyordu ve benim için o an dönüşü olmayan bir yol izlenimi vermişti. Beni rahatlatan şey vedalaşanların gülümsemesiydi.
Yanık Fırın´ın yanından Güney´e doğru gittiğinizde Affan Mahalle´sine ulaşırsınız. İskenderun´da yaşayan Alevi mühendis bir arkadaşım çocukluğunun geçtiği bu mahalleye 15 yıl kadar önce beni götürmüş; Alevi Sünni, Hıristiyan ve Musevi ailelerin bir arada nasıl dayanışma içinde yaşadıklarını bana anlatmıştı. Buradan kendisiyle birlikte Habib-i Neccar Türbesi´ne de çıkmıştık.
Antakya Hotel´inin karşısında Asi Nehri´nin diğer tarafında üst katının otel olduğunu düşündüğüm iki katlı bir bina vardı. Zeminden bodruma doğru inen bir geçitten İskenderun istikametine gidecek olan burunlu otobüsler çıkardı. Bu geçidin arkasında sadece bir-iki otobüsün beklediği otobüs garajı vardı. Gene çocukluk yıllarımda köyde geçirdiğim bir yaz tatilinden sonra beni köyden getirip bu garajda bekleyen bir otobüse bindirmişlerdi. Dayımın yanında çalışan kızıl saçlı bir kalfa vardı. Daha önce ilk karşılaşmamda benim güvenimi kazanmıştı. Şimdi kedilerin dahi güvenini kazanan samimi davranışların hikmetini çok iyi anlıyorum. Dayım garajda olduğumu öğrenmiş ve bu sempatik kalfası vasıtasıyla beni Antakya´da kalmaya ikna etmeyi denemişti. Ama ben artık yorgun düşmüş ve bir an önce aileme kavuşmayı düşünüyordum.
Otobüs geçitten yukarı doğru çıktıktan sonra önce sola doğru gitmiş ve yüz metre sonra sağa dönerek Romalılardan kalma köprü üzerinden geçerek İskenderun istikametine doğru yol almıştı. Bu köprünün MS 300 yılında İmparator Diocletianus döneminde yapıldığı söylenmektedir. Köprünün güneydoğu kısmında 1900´lü yılların başında ‘Camlı Kahve´ adında bir kahvehane varmış. Burası aynı zamanda yolun hemen kenarında da Şah Sineması vardı. Bu sinemanın bulunduğu yerde 1872 yılına kadar Roma´dan ve diğer şehirlerden gelen gemilerin yaklaştığı bir rıhtım varmış, 1872 Antakya depreminden sonra nehir yatağındaki kırılmalar nedeniyle deniz bağlantısı kesilmiş. Bu tarihi köprü 1972 yılında yıkıldı ve yerine mevcut köprü yapıldı. 1970 yılına kadar, aynı yıllarda yapılan diğer köprünün kuzeyinde, eski tabakhane mıntıkasının biraz üzerinde yazın gençler karşıdan karşıya yüzerler ve balık avlarlardı. Bu akıntıda yüzmek cesaret isterdi. Daha sonraki yıllarda suyun debisi gittikçe azaldı ve bugünkü manzara ortaya çıktı. Aynı zamanda gençler bilhassa karabalık olmak üzere çok miktarda balık avlarlardı. Öğleye doğru avcıların benli balık denilen balıkları ipe dizerek, karabalıkları da bir kap içinde şehrin imalatla ilgilenen esnafın bulunduğu kısmında gezdirerek satmaya çalışırlardı.
Otobüs Roma köprüsü üzerinden geçtikten sonra İskenderun istikametine gitmek için Atatürk Caddesi´nden Vali Göbeği´ne doğru gitmeniz gerekirdi. Bu civarda sağlı sollu tarla ve bahçeler vardı, henüz binalara tek tük rastlardınız. Yaz aylarının garp rüzgârları bu yolda yürürken çoğu zaman çevreye odaklanmanıza fırsat vermezdi. Gündüz Sineması´nın hemen arkasında bulunan bir benzin istasyonu nedeniyle buraya “Gazhane” derlerdi. Henüz buralarda yerleşim yerleri olmadığından insanlar buraya pikniğe gelirlermiş, Orta yaşlı insanlar buradan döndüklerinde çok uzağa gittiklerini ve yorulduklarını belirtmek için, “Ta Gazhane´ye gittik!” diyerek hayret ifadesi kullanırlarmış.
Her zamanki gibi otobüsümüz geldiği yolu ezberlemiş gibi geldiği istikamete hızla giderdi. Bu dönüş de gelişi gibi huzura doğru yol alırdı. Çoğu zaman İskenderun´a vardığımızda Doktor Sadık Ahmet Caddesi´nden Hamidiye Camisi´nin Akşam namazını bildiren ışıklarının yandığını görebilirdiniz.
Şu anda, geri dönüşlerimde hissettiğim hazzı tatmam için gözlerimi kapatmam gerekiyor. Kendine has aroması ve metafizik florasıyla eski Antakya ve çınar ağaçlı yolları, gölleri, salları, ördekleri artık yok… Büyümek için koşturan çocukların bir süre sonra yaşlanmayı engellemek için yaptıkları frenlerin faydası olmadığı gibi Antakya, İskenderun ve Hatay için de zaman hızla akıp gidiyor.
Sağlık ve Esenlikler
hasmetkolagasi@hotmail.com  www.iskenderunses.net